Paylaş
CHP’nin kedisi Şero, Demir Lady Thatcher’in döneminde Birleşik Krallık Başbakanlık konutunu mesken tutan Humphrey (ki bu kediye Başbakanlık bütçesinden yılda 100 pound maaş bile bağlanmıştı), Bill Clinton’un kedisi Socks, Churchill’in kedisi Nelson ve daha sonra Jock, uzaya gönderilen ilk kedi Felix.
Bunun dışında eğlence dünyasının “çizgi kahramanları” arasında da kediler var. Kötü Kedi Şerafettin, Garfield, Tom, Felix en meşhurları.
Evde tüylü hayvan beslemek ile ilgili takıntıları olan birisinin, bir cumartesi günü oturup kedilerden neden söz ettiğini merak ediyor olmalısınız.
Bunun nedenini birazdan anlatacağım.
Ama izninizle daha önce bir başka meşhur kediden söz etmek istiyorum.
Bu kedi ile sizlere anlatacağım, magazin âleminden bir aşk öyküsü arasında bir ilişki var çünkü.
Ve bir adım daha ileri gidip bu aşk ilişkisinin kuantum fiziği bilgilerimizi de kökünden değiştirebileceğini söyleyebilirim. Ama az sonra!
Bu kedi aslında sanal bir kedi ama bilimsel bir kuramın bir parçası.
Hatta kendisine adını veren bilim adamından bile daha meşhur olduğunu söyleyebilirim ama ne yazık ki özgün bir adı yok, onu yaratan bilim adamının adını taşıyor: Schrödinger’in kedisi!
Kuantum dalga fonksiyonu ile ilgili çalışmalar yapan Avusturyalı bilim adamı Schrödinger, 1935 yılında bir sanal deney gerçekleştirdi.
Çelik bir kutunun içinde ölü ya da diri olması rastgele bir duruma bağlı olan bir kedi hayal edin. Kutunun içindeki bir küçük cam şişede zehir var. Kutuda ayrıca bir de radyoaktif madde bulunuyor.
Radyoaktif maddenin hareketi şişeyi kırar, zehir açığa çıkar ve kediyi öldürür.
Yani kedi, bir dalga fonksiyonu olarak, anlık olarak hayattadır ya da değildir.
Kutuya bir kez bakılırsa kedi ya canlıdır ya da ölü. Aynı anda iki durumda birden olamaz.
Kutu kapalıyken de kedinin aynı anda hem hayatta hem de ölü olduğunu varsaymalıyız, çünkü iki durumda da olabilir. Gözlemlemediğimiz sürece kedi için iki gerçek vardır: Ölü ve canlı olmak.
Şimdi sözünü etmek istediğim “aşk”, magazin medyasından izlediğim kadarıyla bu deneyin tam tersini kanıtlıyor.
Yani bu aşkı Schrödinger’in kedisine benzetecek olursak, tam tersi: Gözlemlesek de gözlemlemesek de bu aşk hem yaşıyor, hem ölü!
Kuantum bilgilerimizi yerle bir edecek bir gelişme bu.
Olayın kahramanları benim ölçülerime göre Türkiye’nin en güzel genç kadınlarından biri ile okumuş, iyi aile terbiyesi almış yakışıklı bir genç erkek. Bir de çocukları var.
Evlendiklerinde gazeteler günlerce düğünlerini yazmıştı, iyi hatırlıyorum.
Günün birinde önce bir küçük dedikodu haberi gibi çıktı, aralarına kara kedi girdi diye. Sonra karşılıklı açılan davalar geldi.
Sadece boşanma davaları da değil. Mal kaçırma davası, mal tespiti davası, kardeşinin açtığı hakaret davası...
Sonra bir de baktık ki çift barışmaya karar vermiş, çocuklarını da alıp bir dağ tatiline çıkmışlar. Ben sevindim şahsen, arada küçük çocuk da var, birbirine yakışan iki genç, tekrar mutlu olacaklar diye.
Sonra mahkemeye dilekçe verdiler, davalarını geri çektiler.
Aradan kısa bir süre geçti, bu kez yeniden mahkemelik oldular. Yine tespit davaları vs.
Schrödinger’in kedisi bu süre içinde çoktan ölmüş olurdu.
Maşallah her şeyi herkesin gözünün önünde yaptıkları için de biz de gözlemliyoruz, bu aynı anda hem ölü, hem canlı olan kediyi!
Şimdi diyeceksiniz ki “Nereden çıkarıyorsun bu çiftin yaşadıklarının aşk olduğunu”?
Paul Valery’den çıkarıyorum efendim. Fransız şair ve düşünür şöyle demişti: “Aşk, birlikte saçmalamaktır.”
Bu kadar saçmalığı bıkmadan usanmadan, birlikte tekrarladıklarına göre aralarındaki aşk büyük olmalı.
Bir erkek ile bir kadın birbirlerine nasıl âşık olurlar?
Bin tane neden sayabiliriz. Güzellikten tutun da cüzdanın dolgunluğuna kadar. Gerçi bunu bir grafikte gösterecek olursak, “cüzdan doluluğu” gerekçesi, ilişkinin “seviyeli” bölümüne daha yakın çıkar ama olsun.
Gerçek nedeni asla bilemeyiz. “Bu adam şu kadına âşık oldu çünkü bundan dolayı” diye bir cümle kuramayız. Bırakın başkalarını kendimiz için de böyledir.
İlk kıvılcımı çaktıran şeyin ne olduğunu kendi kendinize tarif etmeye çalışsanız bile bir süre sonra o ayrıntının yok olduğunu, hatta önemsiz olduğunu görürsünüz.Sevdiğiniz şey bir bütündür, bir yeri diğerine baskın çıkmaz.
Birisini beğenirseniz onu etkilemek için rol yeteneğiniz de gelişir.
Gerçekte olduğunuz kişiden farklı biriymiş gibi davranırsınız. Amaç âşık olduğunuz insanı etkilemektir çünkü. Onun hoşuna gittiği gibi davranmaya çalışırsınız.
Bir süre sonra hangisi gerçek sizsiziniz, hangisi roldür, birbirine iyice karışır. Bu rolü çiftlerden her biri oynar.
Zamanla rolü içselleştirmek elbette mümkündür, karakterinizin değiştiğini görebilirsiniz. Bazen de bu mümkün olmaz tabii.
Rol ya da gerçek, karşınızdaki kişi sizi böyle bir bütün olarak sever.
İlk günlerin heyecanı geçince, içselleştirilmemiş rollerin yaratacağı sıkıntılar, tartışmalar baş gösterir. “Eskiden böyle değildin” tartışmaları başlar, “Sen çok değiştin” diye devam eder.
Şairin “Zülfün zülfün dediğim, meğer saçının teliymiş” dediği, gerçekleri fark etme aşamasıdır bu.
Aslında o son noktaya gelene kadar çiftler, rol olduğunu fark ettikleri durumları görmezden gelmeye de eğilimlidirler.
Hatta hangi davranışın rol, hangisinin gerçek olduğunu bile ayırt edebilirler ama bunu kendilerine de itiraf etmezler.
Bu durum ilişkiyi yer bitirir ama bu bir gecede de olmaz tabii. Normal olarak ilişkiler, müzik jargonuyla “fade out” olarak biterler.
İşte o dönem, kedinin hem canlı, hem ölü olduğu dönemdir. Biraz gayret yaşatır, biraz boşverme öldürür!
Taşlıcalı Yahya Bey’in bir beytiyle bağlayalım:
“Sabretmeyen belalarına aşkın anmasın / Nuş etmesin şarabı kaçanlar humardan.”
(Bugünkü dille: Belalarına katlanamayacak olanlar aşkın adını anmasınlar./ “Sonunda baş ağrısı var” diyenler, şarabı hiç içmesinler.)
Paylaş