BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın gündeme getirdiği seçim araştırmalarında AKP’nin büyük bir oy artışı sağladığı iddiaları üzerine yazdığım yazı geçen gün Hürriyet’te yayımlandı.
Bu yazıda Türkiye’de iktidarda bulunan partilerin hiçbirinin eski oyunu muhafaza edemediğine dikkat çekmiş, AKP’nin oylarının nasıl olup da artabileceğini anlayamadığımı belirtmiştim.
ChichagoIllinois Üniversitesi ekonomi bölümü öğretim üyesi Ali Akarca ve ODTÜ ekonomi bölümü öğretim üyesi Aysıt Tansel’in birlikte yazdıkları bir makale, bu konuya ciddi bir bilimsel açıklama getiriyor.
Sekiz ay önce Public Choice isimli saygın bir akademik dergide yayımlanan bu makaleyi internette okuyabilirsiniz.
Bu çalışma Türkiye’de çok partili yaşama geçildiğinden beri (1946’dan itibaren) iktidar partilerinin oy değişikliklerini karşılaştırarak, genel bir eğilim belirlemeyi hedefliyor.
Oldukça uzun bir makale, kısaca özetlemeye çalışacağım.
Türkiye’de seçime iktidar olarak giren partiler bir önceki seçimde aldıkları oyun yüzde 18’ini ve iktidarda kaldıkları her yıl için de aldıkları oyun yüzde 5’ini kaybediyorlar. İktidar partilerinin iktidar olmanın avantajlarından yararlanarak yeni seçimlerde kendi oylarının yüzde 9’u oranında yeni seçmen kazandığı da ayrı bir bulgu!
Kişi başına reel gelirlerdeki her yüzde 1’lik artış, iktidar partilerine yüzde 0,88"lik bir oy artışı olarak yansıyor.
Enflasyondaki her yüzde 1’lik artış da iktidar partisinin yüzde 0.13 oranında oy kaybetmesine neden oluyor.
Benim anlamakta zorlanacağım kadar karmaşık bir matematiksel çözümleme sonucunda ortaya çıkan formüle, rakamları yerleştirince de önümüzdeki seçimde iktidar partisi AKP’nin nasıl bir oy alabileceğini hesaplamak mümkün olabiliyor.
Profesör Ali Akarca’nın yaptığı çözümlemeye göre anketlerdeki sonuçlar "anlamlı" çıkıyor!
İslam devleti insanları korkutuyormuş!
İÇ savaşın bugün ulaştığı noktadan bakınca Filistin’in artık iki parçalı bir ülke haline geldiği görülüyor. Bir tarafta HAMAS, diğer tarafta Filistin Kurtuluş Örgütü hákimiyet kurmuş durumda.
Basına yansıyan haberler, HAMAS’ın hákim olduğu Gazze’de, ilan edilmemiş bir şeriat düzeninin kurulduğunu anlatıyor.
Ortadoğu’da birçok şeyin Batı medyasına yansıyışının problemli olduğunu biliyorum. Bu nedenle Gazze’deki çarşaflı kadınlar ile Batı Şeria’daki özgür kadınları gösteren fotoğrafları da ihtiyatla karşılıyorum.
Ancak Gazze’de bazı şeylerin değişmekte olduğunu gösteren ipuçları da yok değil.
Dün CNN Türk’te Furkan Torlak’ın, HAMAS lideri Halid Meşal ile yaptığı bir söyleşiyi izledim.
Meşal, Batı basınındaki iddiaların doğru olmadığını, ilk meselelerinin bağımsızlık olduğunu, bir devlet kurma işinin sonra geleceğini, o noktada da rejimin geleceğine halkın karar vereceğini söylüyor.
Konuşmasında şöyle bir cümle de yakaladım: "Neden İslam devletinden bahsediyorlar? İnsanları korkutmak için."
HAMAS gibi "İslami" olduğunu her fırsatta tekrarlayan bir hareketin liderinin, "İslam Devleti insanları korkutuyor" anlamına gelen bir cümleyi söylemesi ne kadar ilginç.
Bir de kendisine şu soruyu sorsa ne kadar iyi olurdu: Peki ama Gazze’deki Müslüman Filistinliler, bir İslam devletinden neden korkuyorlar?
Ve HAMAS, herkesin korktuğu bir şeyi yapmak için neden bu kadar çabalıyor?
Yabancı sermayenin denetlenmesi sorunu
GAZETELERİN ekonomi sayfalarında dün çok ilginç bir haber yayımlandı. Federal Almanya hükümeti, Rusya ve Çin gibi döviz rezervi bol ülkelerin, değişik fonlar ve yatırım şirketleri üzerinden önemli Alman şirketlerini satın almalarını önlemek maksadıyla bir yasal düzenleme yapmaya hazırlanıyor.
Bunun için yabancı sermayeyi denetleyecek bir kurum oluşturuluyor ve bu kurumun yabancı yatırımcıları sıkı bir denetimden geçirmesi öngörülüyor.
Benzeri uygulamanın ABD, Fransa, Rusya gibi ülkelerde de olduğu bildiriliyor.
Özellikle savunma sanayi, nükleer faaliyet gösteren şirketler, bilgi güvenliği şirketleri, uçak ve hammadde üreten şirketler bu kapsamda yer alıyormuş.
Türkiye gibi "yabancı sermaye gelsin de nasıl gelirse gelsin" prensibiyle hareket eden ülkeler için ilginç bir örnek oluşturuyor bu durum.
Bugün yarın yabancı sermaye için bu tür denetleyici mekanizmaların Türkiye’de de kurulması için sesler yükselecektir, eminim.
Ama dikkatinizi çekmek istediğim konu şu ki, Türkiye’de yabancı sermaye henüz bu tür alanlara yönelmedi. Canı istemediğinden değil, bu alanlarda kayda değer bir şirket olmadığından.
Yani demem şu ki, bu örnekler yabancı sermaye düşmanlığı için bir gerekçe olmasın.