Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konuşmasına gösterdikleri tepkilere bakın, yeterli olur.
Başbakan’ın yardımcısı Emrullah İşler diyor ki “Millet iradesinin ve TBMM’nin üzerinde hiçbir güç olamaz. Başka vesayetlere izin vermediğimiz gibi jüristokrasiye de izin veremeyiz”.Anayasa Komisyonu Başkanı, üstelik adının önünde bir de profesör unvanı var ki anayasa hukuku profesörü olduğu iddia ediliyor, mahkeme başkanına sesleniyor: “Senden büyük Allah var!”Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, mahkeme başkanının sözleriyle Başbakan’ı, Cumhurbaşkanı’nı ve bakanları “değişen oranlarda” (ki oran da vermiş, yüzde 70-75 Başbakan dövülmüş, geri kalanları diğerleri aralarında paylaşıyor) dövdüğünü söylüyor.
Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konuşmasının en önemli kısımlarını çıkardım.
Şimdi onları bir okuyalım:
-“Mahalle baskısı ile yargı mensuplarının görüş, düşünce ve kararlarının etki altına alınma çabaları, adaletin kutsallığına inanmış olanlar için geçerli değildir.”-“Bir eylemin, işlemin, siyasi bir belge olan Anayasa’ya göre denetlenmesi nedeniyle ortaya çıkan AYM kararının siyasi sonuçlar doğurması doğaldır. Anayasa Mahkemesi’nin siyasi amaçlarla hareket ettiğini söylemek ya da milli olmamakla suçlamak sığ eleştirilerdir.”
-“Bu suçlama (yargıda paralel devlet suçlamasından söz ediyor) üzerine yapışık sürece yargının ayakta kalması mümkün değildir. Yargı milletin iradesine tuzak kurulacak yer değildir ve olmamalıdır.”-“Yargıya olan güvensizliğin yetkililerce güçlü şekilde dillendirilmesi yaşanan sorunları çözmemektedir. Bu kolaycılıktan vazgeçilerek, yargıç ve savcı profilinin sorunları, yargılama sistemindeki yapısal sorunlar, Mahkememizce tespit edilen ihlallerin giderilmesi yönünde devlete düşen pozitif ve negatif yükümlülükler ile alınması gereken tedbirler masaya yatırılarak, çözümler üretilmelidir.”
Başkan’ın söyledikleri bunlar ve AKP sözcüleri bu sözlerden “dayak yedikleri” sonucunu çıkarıyorlar.
Oysa nüfusa bir hafta sonra yazdırabilir ve kızlarına “bir sene” kazandırabilirlerdi.
“Bir sene nedir ki” deyip geçmeyin, önemlidir.
Üç ay için yaşını bir sene küçültenleri bile tanıyorum!
Carla Bruni’nin yaşını durduk yerde gündeme getirmedim.
Kendisi benim ölçülerime göre, gelmiş geçmiş en güzel “first lady”!Ama kocası Sarkozy seçimi kaybedince o da kendisini müziğe vermiş.
Geçen yıl “Küçük Fransız şarkıları” isimli bir albüm çıkarmıştı. Şimdi de o albüm için düzenlenen turne için o şehir senin bu şehir benim geziyor.
Perşembe günü New York’ta konseri vardı ama geç haberim olduğu için bilet bulup da gidemedim.
“Soykırım” mı diyecek, yoksa “büyük felaket” mi?
“Soykırım” demediği için sevinildiğini, ama “büyük felaket” nitelemesinin de bir genç kızın kırılmış kalbine hâkim olan duygularla karşılandığını hatırlayalım.
Oysa bildiğimiz bir şey vardı: Bu topraklarda, yıka yıka bitiremediğimiz kadar çok, bunca kilisenin bir sahibi vardı ve artık yoklar!
Bu “kayboluşun” hangi kelime ile tanımlanacağı elbette önemlidir, bunun önemsiz bir ayrıntı olduğunu kimse iddia edemez.
Ama bundan daha önemli olanı “kayboluşun” varlığıdır.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, benim alkışlayacağım bir siyasi cesaret örneği gösterdi ve önce bu kayboluşun varlığını bir insan olarak kabul etmemiz gerektiğini vurguladı.
Bir siyasi cesaret örneği olmasının yanı sıra günümüz siyasetçilerinin neden Recep Tayyip Erdoğan kadar etkili olamadığının da bir örneğidir.
Sanki ihalelere başkalarının girmesine izin verilmiyormuş gibi bir hava var.
Ve bu milyar dolarlık ihaleleri hep aynı şirketler kazanıyor. Bazılarında bir konsorsiyum olarak, bazılarında tek başlarına işleri alıyorlar.
Bu şirketlerin Türkiye vergi rekortmenleri listelerinde isimlerine pek rastlanmıyor ama.Belli ki kazançları, o listelere girebilmelerine yetecek kadar çok değil.
Bu durumda ben de hep merak ediyorum, bu şirketler bu milyar dolarlık işleri nasıl tamamlayacaklar? İşlerini aksatmadan yürütebilmelerine olanak sağlayacak bir nakit akışı için gerekli krediyi nasıl bulacaklar diye.
Nitekim son yapılan büyük ihaleler ile ilgili olarak ciddi bir kredi darboğazı yaşandığını biliyorduk.
Ama Türkiye’de böyle durumlarda çare tükenmez, biliyorsunuz.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, deyim yerindeyse “şapkadan bir tavşan çıkardı”.Bu sihirbazlık numarasının sonucu, müteahhitlerin aldıkları kredilere hazine garantisi verilmesi.
Zarrab’ın anlattıklarından öğreniyoruz ki bugün iyi kötü bir ekonomik denge içinde yaşıyorsak, bunu ona borçluyuz.
Ne TÜSİAD’ın sanayicileri, ne TUSKON’cular, ne yeşil sermaye, ne Anadolu kaplanları!
Ve tabii ki ne de ekonomi yönetimi! Ali Babacan filan hikâye!Zarrab diyor ki, “200 ton altın ihraç ettim, Türkiye’ye 25 milyar lira kazandırdım”.Hızını alamıyor ve devam ediyor: “Cari açığın yüzde 15’ini kapattım.”Bunu okuyunca Reza Bey’in bakanlara filan neden bol keseden para dağıttığını daha iyi anlayabildim.
Çünkü Reza Bey kardeşimiz hesap bilmiyor!Söylemesi ayıptır, geçenlerde bir arkadaşımın çocuğuna düğün hediyesi olarak bir cumhuriyet altını aldım.
Bildiğim kadarıyla bir cumhuriyet altını 7 gramdan biraz fazla. Küsuratlarla uğraşmayalım diye gramının da 80 lira olduğunu kabul edelim.
200 ton altın 200 bin kilo ediyor. Sizi zorlamayayım 200 milyon gram!
200 milyon gram altını kuyumcudan alırsak ödeyeceğimiz para aşağı yukarı 16 milyar lira tutar.
“O” dediğimin kim olabileceğini tahmin etmişsinizdir.
Herhangi bir kadın. (Cinsiyetçi değilim, erkek de olabilir.)
Bir anlık bir karşılaşmadır. O genellikle sizinle karşılaşmış olduğunun farkında bile değildir. Metrodan çıkmışsınızdır, yürüyen merdivende can sıkıntısı içinde yükselmeyi beklerken, öbür tarafta inmekte olan merdivende onu görürsünüz.
Siyah saçları dikkatinizi çeker. Yeni yıkanmış, fön çekilip düzleştirilmiş, omuzlarına ancak değecek kadar uzundur.
Ya da benim çalıştığıma benzer, yüksek bir binanın asansörüne binersiniz, karşınıza o çıkar.
Şeffaf bir sarışındır, bir an göz göze gelir, başınızı hafifçe eğip, bir Mona Lisa tebessümü takınarak selam verir, arkanızı dönersiniz, ama aklınız da arkanızda kalır.
Lucca’da dışarıdaki masada otururken, bir an gözünüz içerideki masada sevgilisiyle yemek yiyen o narin kıza takılır. Bilimkurgu filmlerinde olduğu gibi beyninizin nöronlarından bir kıvılcım çakar: Cızzztt, bızzzt, mavi bir elektirk akımı!
Toplantıda söz alıp konuşan 24 millletvekilinden 20’si Recep Tayyip Erdoğan’ı, Cumhurbaşkanı olarak görmek isteğini söylemiş.
Şaşılacak bir istatistik değil.
Bu âlemde Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmayı çok istediğini bilmeyen kimse yok, milletvekillerinin çoğunluğunun önünde böyle bir bilgi dururken “Hayır siz olmayın” demelerini zaten kimse beklemezdi.
Başbakan’ın, Başbakan adına kamuoyu oluşturmakla görevli AKP yazarlarının son günlerdeki söylediklerine, yazdıklarına bakacak olursak, bu konuda karar çoktan verilmiş zaten.Şimdi yanıtı aranacak bir tek soru kalıyor:
Abdullah Gül ne olacak?Yıllardır aktif siyaset içinde bulunan bir insan bu yaşında emekli olup bir kenara çekilmeyi kabullenecek mi, yoksa AKP Genel Başkanlığı için düşünülecek mi?
Öyle görünüyor ki Başbakan’ın gönlünde yatan şey, Gül’ün emekli olup bir kenara çekilmesi.O partinin içinden kendi sözünden çıkmayacak bir başbakan tayin etmek, partiyi de kendisine sadık bir “eşbaşkana” emanet etmek, Erdoğan’ın şu andaki hedefi. Bu çok açık görülüyor.
AKP sözcülerinin Anayasa’daki Cumhurbaşkanı’nın görevlerinin ve yetkilerinin çokluğuna dikkat çekmeleri, Başbakan’ın “terleyen, koşan Cumhurbaşkanı olma planı” bunun işaretidir.
Bir yandan idari yargının kendisini “devleti korumakla yükümlü” hissetmesi, diğer yandan hükümetlerin güçler ayrılığı kavramından pek hoşlanmaması nedeniyle bu yadırganacak bir durum da değildi.
Yargı, askeri dönemlerin yarattığı anayasalar ile çerçevesi çizilen “düzeni” koruma saikiyle hareket ediyordu, buna karşılık yasama organını da kontrolü altında tutabilen yürütme organı, gizli-açık bu düzen ile mücadele etmek durumundaydı.
Ama 30 yıllık gazetecilik yaşamımda, adli yargı ile kavgaya tutuşan bir hükümet ya da Başbakan gördüğümü hatırlamıyorum.Recep Tayyip Erdoğan’a kadar!Adana’da, MİT kamyonlarının durdurulması ile ilgili soruşturmada, tutuklananların mahkeme tarafından serbest bırakılmaları üzerine söylediği şu sözlere bakın:
“Adana’da bir vatansever savcı çıktı, hem casusluk faaliyetleri hem de hukuksuz dinlemeler konusunda soruşturma başlattı. Bazı zanlılar da gözaltına alındı ve tutuklandı. Aradan birkaç gün geçmeden, işte o paralel çetenin mensupları devreye girdiler ve soruşturmaya müdahale ettiler. Birileri tehdide boyun eğmiş birileri de haşhaşı fazla kaçırmış olabilir. Ama biz asla geri adım atmadan bu çetenin üzerine gideceğiz.”
Hızını alamayıp, devam ediyor:
“Biz yargıdaki bu çeteleşmeyi, yargının bir kısmına sirayet etmiş bu kokuşmuşluğu dile getirdiğimizde siyaset yargıya müdahale ediyor diye birileri ayağa kalkıyor. Adana’da çok açık bir ihanet var. Çete mensupları eliyle, hainler lehine karar alabiliyor.”Yani Başbakan’a göre, memleketin yargıçları, sırf bir davada tutuklama kararını kaldırdılar diye “tehdide boyun eğmiş, haşhaşı fazla kaçırmış, çete mensubu” olabiliyorlar!
Oysa, çok yakın zamana kadar gereksiz tutuklamalardan, uzun tutukluluk sürelerinden söz eden ve bunun için “demokratik yargı paketini” yasalaştıran da kendi hükümetiydi.