Paylaş
Libya olayı sırasındaki Türkiye’nin tutumu, daha önceki yaklaşımlarıyla yan yana getirilmiş ve birçok çevrede “eksen kayması” tartışmasına yeni bir örnek olarak gösterilmişti.
Ak Parti iktidarının verdiği izlenim, Türkiye’yi iki seçenekten birine doğru yönlendirdiği şeklindeydi:
- Türkiye giderek, daha fazla bir Orta Doğu ülkesi gibi davranacak. Batı cephesine arkasını dönecek ve sesini yükseltecek.
- Veya Orta Doğu’daki bir Avrupa ülkesi konumuna girecek. Orta Doğu’ nun sorunlarını “daha iyi anlayan” bir ülke olarak batı cephesinde bu duyarlıkları savunacak.
İran’ın nükleer politikası, Gazze sorunu, İsrail ile ilişkiler ve nihayet Libya’ ya müdahalenin ilk başlarındaki tutumu, Ankara’ nın artık daha bir “Orta Doğu ülkesi” gibi hareket ettiği izlenimini yaygınlaştırmıştı.
Bugün gelinilen noktada, Türkiye’nin yaklaşımı ise git gide “Orta Doğu’nun Batılı ülkesi” şekline dönüşüyor.
Ankara, ilkelerini koydu ve ısrarlı oldu.
Orta Doğu’nun duyarlıklarına tercüman oldu ve NATO’nun Libya’yı bombardımanına veişgaline karşı çıktı. Aynı zamanda,Orta Doğu’nun batılı ülkesi olarak da, NATO’ya sırtını dönmedi. Zira üyesi olduğu teşkilatın içindeyken, bölgenin duyarlıklarını daha iyi anlatabileceğini gördü. NATO ve AB’ye üyeliklerinin ona zayıflık değil, aksine güç verdiğini bildiği için, Libya’ya ambargoyu denetleyecek askeri güce katkıda bulundu.
Doğrusunu yaptı...
ZORLANIR, ANCAK LİBYA’YI KAYBETMEYİZ...
Libya, Türkiye açısından son derece önemli bir ülkedir.
Ne kadar aksini söylersek söyleyelim, Türk-Libya ilişkileri baştan sona ekonomik çıkarlara bağlı kalmıştır.
1970’lerde, ülke dışına çıkan Türk inşaat firmalarına kapılarını açan ilk ve tek ülke oldu. Şimdi her biri deve dönüşen nice firma, ilk deneyimlerini ve ilk dış karlarını Libya’da kazandı.
Kaddafi, zaman zaman Türkiye’yi yerden yere vursa, ağzına geleni söylese de, Türk firmalarından hiç vazgeçmedi.
Bugün, Türk firmalarının aldıkları projelerin toplam değeri 25 milyar dolar civarında ve 25 bin aile, Libya’dan para kazanıyor.
Libya, 1.7 milyon kilometre karelik dev bir ülke. Ancak, yüzde 90’u çöl. 6.5 milyon insan yaşıyor. Petrol geliri yıllık 80 milyar dolar. Kişi başına gelir, kağıt üstünde 14 bin dolar, ancak işsizlik yüzde 30’larda dolaşıyor. Yani gerçek anlamda fakirlik var.
Ülkenin tek patronu var. O da Kaddafi. Kendine özgü, kimine göre uçuk bir lider. Tüm otoritesini de, ülkedeki 140 kabile ve aşiretten alıyor. Öyle dengeler kurmuş, geliri öylesine paylaştırmıştı ki, kısa süre öncesine kadar da işini yürütebilmişti.
Kaddafi, bu 80 milyarlık geliri halka, ucuz yiyecek dağıtarak, sübvansiyonlarla hayatlarını kolaylaştırarak yayıyor. En dikkat çekici yanı da, ülkede sürekli bir yatırım ve modernleştirmeye para harcaması. Bunun en büyük payını da, şimdiye kadar Türk firmaları aldı.
Bundan sonra ne olur?
Batı ülkeleri Kaddafi’yi devirmeyi başarsa da, başaramayıp yaralı şekilde bıraksa da, Libya’ dan Türkiye’yi tümüyle çıkarabilmek çok zordur. Oranın koşullarına kimse, Türk firmaları kadar uyum sağlayamaz. Bazı büyük projeler batılı firmalara geçse dahi, Türkler ister taşeron, ister lider olarak yine de başı çekeceklerdir.
Türkiye’ nin işi bundan sonra zorlaşacaktır.
Ancak ne olursa olsun, eninde sonunda, Ankara tekrar yerini bulacaktır.
ASIL KAYGIMIZ, SURİYE VE Şİİ AYAKLANMASI...
Hepimiz, sıcak olaylar yaşandığından dolayı, tüm dikkatimizi Libya’ya yönlendirmiş durumdayız. Oysa, Ankara’yı asıl rahatsız eden, hatta tüylerini diken diken yapan iki gelişme var.
- Bahreyn’ deki Şii ayaklanmasının yaygınlaşması ve bölgeye sıçraması.
- Suriye’ deki kıpırdanmaların yatışmaması.
Bahreyn’ den başlarsak, durumun ciddiyeti çok daha net şekilde anlaşılacak.
Bu ülkedeki Şii çoğunluk, hakkını arıyor ve Sünni azınlığın baskısına baş kaldırıyor. Suudi Arabistan’ın bu gelişmeler üzerine nasıl paniklediğini ve açıkça askeri müdahalede bulunduğunu görüyoruz.
Neden?
Tek nedeni İran’ın bu gelişmeden yararlanıp, Şii ayaklanmasını körüklemesi ve başta Suudi Arabistan olmak üzere, bölgede bir Şii- Sünni gerilimi yaratması.
İşte korku senaryosu bu...
Bu öylesine korku yaratıyor ki, baksanıza kimseler kalkıp Suudi Arabistan’a dönüp “ Siz neden asker yolluyorsunuz? Buna hakkınız yok!” diyemiyor.
Demokrasi rüzgarlarına da kimsenin aldırdığı yok.
Yeter ki, statüko değişmesin.
Yeter ki, Amerika ve İsrail’in çıkarları bozulması.
Yeter ki, İran gücünü arttırmasın.
Ankara bile başkalarına verdiği demokrasi derslerine rağmen, Bahreyn konusu gündeme gelince “İşi ciddiye alıyoruz, taraflarla temas halindeyiz” demenin ötesine gidemiyor.
SURİYE DAHA DA YANI BAŞIMIZDA!
Ankara’nın diğer bir kaygısı, Suriye’deki kıpırdanmaları durdurabilmek için etkin bir adım atılamaması.
Aslına bakılacak olursa, Beşar Esad bölgedeki tüm liderler arasında, demokratik reformları devreye sokmak ve ülkenin gidişini değiştirmek açısından en avantajlı olanıdır.
Genç, yurt dışında tahsilini yapmış, liberal görüşleri olan ve gerçekçi bir lider.
Babasının yerine geçtiğinden bu yana da birçok adım attı, ancak yetmiyor.
Suriye toplumu daha fazlasını istiyor. Artık bir şeylerin değişmesini arzuluyor.
Esad’ın tek sorunu var. O da, etrafındaki eski yapı. Babası döneminden kalmış olanların, yeniliklere karşı direnmeleri. Demokratikleşmeden korkmaları ve Esad’ ın da bu yaşlı ekibi ve yapıyı değiştirememesi.
Baksanıza, daha ilk gösterilerde, güvenlik kuvvetleri hemen silaha davranabildiler.
Erdoğan, bu konuda Esad’ı çok uyardı.
Nedeni de, Suriye’nin Türkiye açısından önemi.
Suriye’nin karışması demek, Türkiye ile kurulan tüm dengelerin de bozulması anlamına gelecek. Oysa, bu iki ülke neredeyse birleşme noktasına kadar yakınlaşmış ve güven ortamını yakalayabilmişti.
Bunun bozulmasının faturası çok yüksek.
Paylaş