Ankara’da belirsizlik hala sürüyor ve her başı sıkışan “ komplo kurulduğu” iddiasıyla ortaya çıkıyor. Herkes işin içinde. Kimse dönüp “bizim hiç suçumuz yok mu?” diye sormuyor.
Kemal Derviş, artık yürümekte zorlanan bu koalisyon’un 4 üncü ortağı olduğunu ispatladı.
Başbakan’ın “ya bizimle kal veya git” anlamına gelen sözleri istifa ile sonuçlanınca piyasalar birbirine giriverdi. Merkez Bankası müdahele ederek durumu yatıştırdı.
Hemen ardından, Cumhurbaşkanı ve Başbakan Bülent Ecevit’in telaşla Derviş’e istifasını uygulamaya koymamasını rica etmeleri, son yılların en önemli olayı idi. Böylece Kemal Derviş’e iç ve dış piyasaların duydukları güven adeta perçinlenmiş oldu.
Derviş, yeni oluşum ile birlikte hareket edeceğini bu tutumuyla kesinleştirdi. Bir süre daha (hükümet devam ettikçe) görevinde kalacak, zamanı geldiğinde Cem-Özkan ikilisine katılacak. İsmail Cem’in toplantısında söyledikleri de bu durumu kesinleştirdi. Ancak Ecevit hala ısrarla “öbür tarafa gitmiyor” diyor. Herhalde Derviş bir açıklama yapıp durumu daha netleştirir.
Cem, bu basın toplantısında “Genç ve yeni bir Türkiye” sloganıyla yeni partisini açıkladı.
Konuşması iyi hazırlanmıştı. Soğukkanlıydı ve güven veren bir izlenim bıraktı.
Yeni partinin Sosyal Demokrat çizgide yürüyeceğini ısrarla tekrarladı.
Bu nokta çok önemli.
Zira yeni oluşumun nasıl gelişeceği hala belirsiz.
Bir bölüm, tabanın geniş tutulmasını ve aralarına M.Ali Bayar’dan, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın’a kadar büyük bir yelpazeyi kapsamasından yana. Diğer bir bölüm ise, yeni partinin süpermarket gibi, her eğilimi değil, Sosyal Demokrat çizgiye oturtulması gerektiğini söylüyor. Bu konudaki çekişme bitmiş değil. Belirsizlik sürüyor. İsmail Cem, kendi tercihini ortaya koyarak ibreyi belirli bir noktaya çekti, ancak biraz daha beklemek gerekecek.
BÜYÜK BİR MANEVRA YAŞANIYOR…
Ankara’daki toz dumanın dağılması güç görünüyor.
Bir yandan Derviş’in durumu, öte yandan da yeni parti ve Cem- Özkan ikilisinin DSP’nin içini boşaltma mücadelesiyle ilgili soru işaretleri sürüyor.
Bülent Ecevit’te kendi yönünden müthiş bir kampanya açtı. İsmail Cem’in açıklamalarından sonra, Başbakan Ecevit’in mesajları çok ilginçti. DSP’den ayrılmak isteyenleri durdurmak ve istifa edenleri geri alabilmek için, yeni oluşumu olduğunca suçluyor ve kafalarda tereddütlerin artmasına çalışıyor.
İsmail Cem’i, “neden aramızdayken bunları söylemedi” diye eleştiriyor, ardından da yeni oluşumu elinden geldiğince küçümsüyor.
İstifa edenleri ne oranda korkutacağı ve yeni istifaları ne kadar durdurabileceği de, Cem-Özkan ikilisinin tutumlarına, Kemal Derviş’in atacağı yeni adımlara bağlı.
Ankara’da tam bir propaganda savaşı var. İnce bir yoldan geçiliyor. Genel izlenim, yeni oluşum belki beklendiği kadar patlama yapamasa dahi, DSP’nin Ecevit’lerle birlikte toparlanamayacağı şeklinde.
HER YERDE KOMPLO VAR…
Ankara’da her kaybeden aynı hikayeyi anlatıyor:
“Bize karşı, iç ve dış çevrelerce hazırlanmış bir komplo var.”
Komplonun içinde de herkes var.
Medya, iş çevreleri, AB taraftarları, yabancı güçler bir araya gelmişler ve önce MHP’yi , ardından da DSP’yi bölme yarışına girmişler (!)
İnsaf…
Perşembe akşamki 32.GÜN programında bu iddiaları en doğru şekilde ANAP’lı Dedelek yanıtladı. “Neden herşeyi komploya bağlıyorsunuz? Kendi içimizdeki sorunları neden göz ardı ediyor da, dış güçlerin arkasına saklanıyorsunuz” dedi.
Gerçekten de, suçu başkalarına atmak yerine, insanlar kendi dükkanlarına baksalar çok daha iyi olmaz mı?
*** *** ***
TRT DAVASININ İÇ YÜZÜ…
Sevgili okurlarım, Emin Çölaşan hemen her yazısında benim TRT’yi 200 milyar TL dolandırdığımı, sahtecilik suçuyla mahkum edildiğimi ileri sürüp duruyor. Sizlerden de “nedir bu TRT davası?” diye mesajlar alıyorum. Çok anlattım, ancak tekrar edeyim:
1985-1991 yılları arasında TRT’ye, özel bölümler dahil 80’in üzerinde 32.GÜN programı ürettik. 20 kişiye kadar yükselen kadrosuyla 32.GÜN, dünyanın dört bir yanında çekimler yapıp ekrana yansıttı.
5 yıl süreyle bu harcamalar karşısında TRT’ye 4.400 adet fatura, makbuz ve harcama fişi verilmiş ve toplam 2 milyar 600 milyon Türk Lirası masraf yapılmıştı.
5 yıl süreyle bu belgeler hem haber dairesi, hem muhasebe, hem de yıllık denetlemelerden geçip onaylanmıştı. 5 yıl sonra herhalde yukarıdangelen bir emirle, onay veren aynı müfettişler bu defa 4.400 belge’nin 440 adedini usule aykırı ve sahte olduğuna dair bir rapor hazırladılar. Bu rapor mahkemeye intikal ettirildi.
1991’den bu yana 3 yıl süren davada bir de bilirkişi toplandı ve bizi büyük oranda aklayan bir rapor çıkardı. Rapora göre, yapılan harcamalar gerçekti. Yani bizim intikar yapmadığımızı, TRT’den gerçekleştirilmemiş bir iş için para almadığımızı saptadı. Programlar çekilmiş, TRT ekranında gösterilmiş ve harcamaların karşılığında da belgeler verilmişti.
Bilirkişi bizim başından itibaren söylediklerimizi doğruladı. TRT’nin usulsüz ve sahte olduğunu iddia ettiği 400 belgeden sadece 6 tanesi hakkında “şüphe” belirtti. ( Bu 6 faturanın toplamı da 64 milyon Türk Lirası’dır. Bilirkişinin şüphesi harcamanın bizim cebimize girdiği şeklinde değildi. Çekim yapılmış, harcama gerçekten olmuş, ancak ibraz ettiğimiz faturalar şekil olarak usule uygun görülmemişti. Bunların kiminde KDV rakamı mevcut değildi, kiminde imza yoktu, kiminde rakam üzerinde tahrifat vardı.
9.573 DOLARLIK SAHTECİLİK OLUR MU?
Biz bu faturaların tanıklar önünde düzenlendiğini, karşılıklarının yine tanıklar önünde hizmeti yapanlara ödendiğini belirttik. Tanıkların dinlenmesini istedik. Bu faturaları bize verenlerin bulundukları ülkelerin ticaret siciline kayıtlı olup olmadıklarını kontrol etmemizin imkansızlığını söyledik. KDV veya vergi numaralarını onca koşuşturma içinde denetimden geçirmemizin sözkonusu olmayacağını belirttik ve ısrarla tanık dinlenmesi için girişimlerde bulunduk. Rusya’nın bozkırlarından Arabistan’ın çöllerine kadar gitmediğimiz yer kalmadı.faturanın işlemediği hatta bilinmediği yerlerde resmi muamelenin aradığı usule uygun şekilde nasıl belge bulabilirdik? Gittiğimiz yerlerde bize çekim yapanların yasal sorumluluklarını yerine getirip getirmediğini anlamamızın beklenmemesi gerektiğini söyledik, ancak dinletemedik dönemin bazı güvenlik kuvvet temsilcilerinin adalet mekanizması üstündeki “ikna yeteneklerini” kullanmaları, medya’da bizi seven (!) bazı yazarların desteği sayesinde 17 inci Asliye Ceza Mahkemesi hiç oralı olmadı ve kararını verdi.
5 yıl içinde kuruma verdiğimiz 4400 belgeden (2 milyar 600 milyonluk harcama) TRT’nin usulsüz diye iddia ettiği 440 tanesinden gerekene uymayan 6’sını (64 milyon TL - 9.573 dolar) suç niteliğinde buldu ve yasadaki en düşük cezayı 11 aylık hapis cezasını, 3.5 milyon Türk Lirasına çevirip tecil etti. Böylece Azerbaycan, Tacikistan ve Irak çöllerindeki çekimler için aldığımız ancak, usule uygun bulunmayan 64 milyon TL’lik 6 fatura yüzünden suçlu bulunduk.
Bu dava ve ardından gelen diğer davaların (ki hemen hepsinden beraat ettim) tek amacı, 32.GÜN, Demirkırat, Kıbrıs gibi çalışmaların cezalandırılmasıydı. Kürt sorunu başta olmak üzere, bir çok konuda devlete ters düşmüştük ve böylece haddimiz bildirilmişti.
Özetle TRT olayı bir 9.573 dolarlık dolandırıcılık veya sahtecilik değil, devlet’in bürokrasiyi kullanıp bazı medya mensuplarının da girişimiyle bir linç girişimidir, o kadar.
ÇOK FARKLI BİR HAKAN ŞÜKÜR….
Geçen haftaki 32.GÜN’ü seyretme imkanınız olduysa, karşınızda çok farklı bir Hakar Şükür bulmuşsunuzdur.
Ben hayret ettim.
Dünya kupasındaki performansını TV’lerden seyredince, Hakan’ın iç dünyasında sorunlar olduğunu sanmıştık. Hele yazılanları, televizyonlarda söylenenleri de eklersek, neredeyse spor yaşamı bitme noktasına gelmiş, İtalya’da sürekli yedek klübesinde kaldığı için bunalıma girmiş bir Hakan Şükür ile karşı karşıya kaldığımızı sanmıştık.
Yaklaşık 3 saat birlikte olduğum Hakan Şükür’ün, bizim kafamızda ürettiğimiz Hakan ile hiç ilgisi yoktu.
Kendinden son derece emindi.
Tam bir “kaptan” gibi konuştu. Verdiği yanıtlarla, giderek olgunlaştııını gösterdi. Fethullan Gülen konusundaki yanıtı, kendine güvenini net şekilde ortaya koydu.
Eleştirileri göğüslemesi, hoşgörüyle yanıtlaması da güzeldi. Takım arkadaşlarını yücelten, kimseyi küçük görmeyen ve en önemlisi, kendiyle ilgili planları anlatırken özgüven veren tutumu dikkatiki çekti.
Bizler “Hakan bitiyor” derken, o tam aksine “Hayır bitmiyorum. Aksine daha gidecek çok yolum var” diye yanıtlıyordu. İtalya’dan sonra İngiltere’de futbol oynayacağını anlatırken, ne yapacağını bilen bir insan görüntüsü veriyordu.
Hakar Şükür, çoğumuzun sandığı gibi romantik, ülkesinden uzaklaşınca morali bozulan ve her geçen gün formunu kaybeden bir sporcu değil.
Hakar Şükür, dostlarını ve arkadaşlarını çok seven, ancak sonuna kadar profesyonel bir sporcu. Bulutlarda yaşamıyor. Günün gerçeklerini çok iyi biliyor.
Beğenin beğenmeyin, Hakan Şükür gerçek bir kaptan ve gerçek bir star. Kim ne derse desin, Hakan’lı yıllar öyle kolay kolay bitmeyecek. O da, birbirinden güzel goller atacak…