Paylaş
Geçen Aralık ayından bu yana, Avrupa Birliği günlük yaşamımızdan çıktı. Eskiden, siyasi iktidar olsun, asker veya polis olsun, atılan her adımda AB’nin tepkisi hesaplanırdı. AB ile ilişkilerin zedelenmemesi veya gerilmemesi için, çok dikkat serf edilirdi. Bugün artık kimselerin umurunda değil.
Memnun musunuz?
Ben hiç memnun değilim.
Hatta son olaylara bakıyorum ve “Keşke AB olsaydı. Bu adımlar atılsa dahi, iki defa düşünülürdü, atılamazdı... İşte bundan dolayı AB’yi istiyorum” diye kendi kendime mırıldanıyorum.
Örneğin bakın neler olmazdı
Acaba hala 301 rezaleti devam ediyor olur muydu?
Hayır, olmazdı.
Hükümet ne yapar eder, MHP’ye kaçırabilecekleri birkaç bin oydan korkmaz ve yasa değişikliğini gerçekleştirirdi.
Avrupa Birliği’nin ağırlığı olsa, demokrasiyi yerle bir eden son gelişmeler yaşanır mıydı? NOKTA Dergisi basılır mıydı?
Söz konusu değil.
Eğer Türkiye, Avrupa Birliği üyesi olsaydı, bir Genelkurmay Başkanı’nın, Cumhurbaşkanlığı seçimi hakkında söyleyecekleri bu kadar merak edilir miydi? “Acaba, yeşil ışık yakacak mı, yoksa red mi edecek?” diye birbirimize sorar mıydık?
Bütün bu haber kanalları, Genelkurmay Başkanı’nın basın toplantısını canlı yayınlama ihtiyacı hisseder miydi? Aynı basın toplantısına, ülkenin en önde gelen gazetecileri koşturarak gider, bir bölümü şirin görünmek, bir bölümü tahrik etmek için koşturur ve söz alıp sorular sorarlar mıydı?
Hayır... Zira kimse bunlara gerek duymazdı.
Avrupa Birliği’nin etkinliği kaybolmamış olsa, bazı abuk sabuk belediyelerin yaptıkları gibi, dincilik kokan kararlar alınabilir miydi? Toplumun bir kesimi rejimin değişeceğinden korkar, İslam cumhuriyeti kaygısıyla sokaklara dökülür müydü?
Hayır, böyle bir korku yaşanmazdı.
Bugün, Avrupa Birliği’nin bu ülkeye zarar getirdiğini ileri sürenler, yarın Türkiye’nin AB ile ilişkileri koptuğu takdirde ne kadar pişman olacaklarını bilmiyorlar.
Gerçek İslamcılar, Türkiye’nin Müslüman ülkelere döndüğü, Avrupa ile ilişkilerini kestiği takdirde çok daha ilgi göreceğini sanıyorlar.
Yanılıyorlar. AB’ye üye bir Türkiye, tüm İslam dünyasının cazibe merkezi olacaktır. Bu bir tahmin değil, 2004 yılındaki adaylık sürecinde Müslüman ülkelerin, Orta Asya Cumhuriyetleri’nin nasıl heyecanlandıklarını gösteren yazılar ve demeçler hala arşivlerde duruyor.
Ulusalcılar yanılıyorlar.
Laik sistemimizi uzun vadede TSK’ya korutup kollatamayacakları ortada. İşte son örnek, uğraştılar, çırpındılar TSK’yı müdahaleye zorlayamadılar.
Laik sistemimizin gerçek koruyucusu, göreceksiniz Avrupa Birliği olacaktır.
Unutmayalım ki, AB için üç tabu vardır: Kilise, Cami ve Asker. Herhangi bir üye ülkenin ne kilise, ne cami, ne de asker tarafından yönetilmesi kabul edilebilir.
Bundan daha iyi bir güvence bulunabilir mi?
Bugün belki inanılmıyor, ancak ilerde “M. Ali diyordu” dersiniz.
* * *
İKİ FARKLI KAFA YAPISI
14 Nisan yürüyüşü hakkında değişik yorumlar yapılıyor. AK Parti içinden de farklı sesler çıkıyor. Ancak, içlerinde bana en farklı gelen iki demeç okudum. Sizinle paylaşmak istiyorum.
En sağlıklı olanı Abdüllatif Şener başta, bir kesim AKP’liden çıktı:
“Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı süreci ile ilgili olarak bu katılım, kalabalık, Cumhuriyet’in temel niteliklerine vurgu yapmak suretiyle bu sürecin buna uygun olarak yapılması beklentisini ifade etmiştir... Ben bireysel olarak Türkiye Cumhuriyeti sadece birilerinin garantisi altında diye düşünmüyorum. Bu ülkede 73 milyon insan, binlerce sivil toplum kuruluşu, pek çok kurum var. Laik cumhuriyetin garantisi benim, siz çocuklarımızsınız. Laik cumhuriyetin garantisi bu ülkede yaşayan 73 milyon insanımızın tamamıdır.”
AKP Grup Başkan Vekili Eyüp Fatsa ise,
“Ankara’da yüz binlerce kişinin toplandığı Cumhuriyet mitinginin, Parlamento’nun iradesine müdahale anlamına geldiğini belirtti. ‘Eğer AKP, böyle bir şeyi organize etmiş olsa, biz birkaç milyon insanı, bunun 10 katı insanı buraya toplayabiliriz’ diyen Fatsa, Cumhurbaşkanı’nı sokaktaki kalabalıkların değil, Meclis’in seçeceğini söyledi. Fatsa, bir değişiklik olmazsa CHP ile Cumhurbaşkanlığı seçimine dönük bir görüşme yapılmayacağını belirtti.”
Eyüp Fatsa’nın mantığı farklı. Çatışmacı, kavgacı... Şener’in ki ise sağduyu dolu.
Başbakan’ın grup toplantısında, 14 Nisan yürüyüşü yorumu da, benim gibi çok kimseyi hayal kırıklığına uğrattı.
Katılımcıları bindirilmiş kıtalara benzetti. Oysa ilk tepkileri son derece uygarcaydı. Bunun demokratik bir hak olduğunu söylemiş, katılanların görüşlerini açıkladıklarını belirtmekle yetinmişti.
Başbakan, yine iki ayrı yüzünü gösterdi. Bazen hoşgörülü demokrat, bazen kızgın ve ters bir insan görüntüsü veriyor. Hangisi ne zaman ortaya çıkacak hiç bilinemiyor.
* * *
BAMBAŞKA BİR DENİZ BAYKAL İZLEDİK
Salı akşamları hem çok keyifli hem de sıkıntılı geçiyor. Keyifli, zira CNN TÜRK’te Ahmet Hakan “Tarafsız Bölge” ve NTV’de de Can Dündar “Neden?” programlarıyla karşımıza çıkıyorlar. Her hafta, seçtikleri konu ve konuklarıyla son derece doyurucu birer program izliyoruz.
Her ikisi de bence çok başarılılar. Sıkıntı aynı gün ve aynı saatlerde yayınlanmaları. İnsan bölünüyor. Ne birini ne de ötekini doğru dürüst izleyebiliyor. Rekabetin hem iyi hem de kötü yanları bunlar...
Salı akşamının iki yıldızı vardı.
Biri Evren’di.
Her zamanki gibi, dobra dobra kendi doğrularını söyledi. İdeolojisine ters düşse dahi, bazı gerçekleri olduğu gibi ortaya koydu.
Gecenin diğer yıldızı Deniz Baykal’dı.
Alışılmışın dışında güler yüzlü, esprili, uzlaşıcı ve en önemlisi monolog yapmayan bir Baykal ile karşılaştık.Araya girenlere imkan verdi. Genel Yayın Yönetmenleriyle, tempolu, hoş bir diyalog kurmayı başardı.
367 konusunda ikna ediciydi. Başbakan ile ilişkilerinde de ipleri germek yerine, tam aksine diyalog kapısını açık tuttu.
Hem Can, hem de Hakan’a teşekkürler.
Paylaş