AB’de bundan sonrası daha kolay

Ne çabuk geçti değil mi? Daha dün Mayıs ayına girmiştik. Göz açıp kapayana kadar Eylül’ü bulduk. Yine bir gün bakacağız ki, Mayıs gelivermiş.

Fransa hala direniyor, Avustralya’lılar, Rumlar bastıyor ve 3 Ekim öncesinde yapılacak AB deklarasyonu ile ilgili anlaşmazlık sürüyor.

Siz hiç oralı olmayın.

Deklarasyon (çok abartılmadığı taktirde) o kadar önemli değil. Önemli olan, bu deklarasyondaki sözlerin Müzakere Çerçevesi Belgesine yansımamasıdır. Zira bu deklarasyonun bir yaptırımı yok. Ayrıca, deklarasyou uzun bir süreci kapsıyor ve muğlak. Ancak Müzakere Çerçevesi Belgesinin hukuki yaptırımı var.

Deklarasyon 25 ülke’nin iç politikalarını tatmin edebilmek için kullanılacak. Nasıl onlar iç politika hesabı yapıyorlarsa, bizde aynı hesabı yapıyoruz. Bizde iç politikaya etkisi nedeniyle bu deklarasyonu etkilemeye çalışıyoruz.

Örneğin, Cumhurbaşkanı Chirac, çıkıp, Türkiye konusunda Sarkozy kadar duyarlı olduğunu söyleyecek.

Örneğin, Papadopulos kendi kamuoyuna, Türkiye’ye karşı nasıl kahramanca direndiğini açıklayacak.

Herkesin bir oyunu var.

Bizim de bir oyunumuz var.

Bizde, AB deklarasyonundan önemli bir gol yemeden veya deklarasyondaki cümleler Müzakere Çerçevesine yansımadan masaya oturmak istiyoruz.

Bu AB deklarasyonu pazarlıkları muhtemelen 3 Ekim sabahına kadar da sürecek. Gereken temaslar yapılır, deklarasyonun içine bu defa bizim iç politikamızda zorun yaratmayacak cümleler koydurmaya çalışılır... Ancak önemli olan 3 Ekim’de masaya oturmaktır.

YAZ BİTERKEN...

Yine koca bir yazı bitirip Eylül’ü bulduk. İşte bu dört aydan aklımda kalanlar...

Hırvatistan sahilleri

Birkaç yıldır oraları görenler “Birkaç Göcek içiçe, nefis...” diye anlatırlar, bende pek inanmazdım. Ancak gördüğüm zaman aklıma ilk gelen, bir yabancının sözü oldu: Kenara çekil Türkiye sahilleri, Hırvatistan geliyor!”

Kuzeyde Riyeka’dan güneyde Dubrovnik’e kadar yüzlerce koy ve Ada Türkiye sahillerini hiç aratmıyor. 1990’larda birbirini öldüren insanlar bugün “turizmden nasıl nasibimizi alırız” diye çırpınıyorlar. Hangi birini anlatsam: Losinj, Kornati adaları, Sibenik, Trogir, Brac, Hvar, ve Dubrovnik, Korcula...

Hepsi birbirinden güzel. Etrafı surlarla çevrili sarı boyalı köyler, ortalarında yüksek bir kilise kulesi (denizden gelecek Osmanlıları gözetlemek için) ve önlerindeki modern marinalarda yüzlerce tekne... Hemen hemen her deniz kenarı köyün bir marinası var. Tertemiz, pırıl pırıl. Yemyeşil adalar, nefis lokantalar, güzel insanlar. Denizin üstü vızır vızır İtalyan, Fransız, Alman teknelerle dolu. Tabela yok, sokaklarda sallanan T-shirtler yok.

Burada da istenirse tekneler ağaçlara bağlanıyor, nefis sularda denize giriliyor. Ancak yanlış birşey yaptığınızda 10 dakika sonra sahil güvenlik botuyla geliyor ve ceza kesiyor.

Hırvatistan bir yatçılık cenneti olma yolunda hızla ilerliyor.

Simi’de Manos:

Datça’nın açığındaki Yunan adası Simi’ye gidenler bilir, Manos oranın en iyi lokantasıdır ve Manos’un kendisinin de Türkiye’de tanımadığı meşhur kimse yok gibidir. Bir cümle içinde Dinç Bilgin, Cem Uzan, Hülya Avşar gibi isimleri sıralayan pek az insan vardır. Türkiye’den gelen herkesle ilginç bir anısı, bir hikayesi olan Manos, pek sıkıntılı. Bu yıl Türklerin eskisi gibi gelmediğini, Simi’yi ise Türk turizminin kurtardığını söylüyordu. Lokantasındaki Türk ünlüleri ile resimleri de onun göstergesi...

Akbük:

Gökova’da Akbük limanını uyandırılmayı bekleyen uyuyan güzele benzettim. Ve hiç uyandırılmamasını dilerim. Haşmetli dağların ortasındaki bu koyda hemen hemen hiç yapılaşma yok gibi. Ancak arsaları olanlar yolunu bulmuş, konteyner’lerde oturuyorlar!

Bunlar yazın güzellikleri. Bir de çirkinlikleri var.

Türkbükü’nün inanılmaz müzik karışıklığı ve yollarının felaketi, Göcek koylarındaki çarpık çupruk lokantalar (hele Hırvatistan’ı gördükten sonra daha da gözüme battı), Bodrum’un keşmekeşi (bir de civarımızdaki Yunan adalarını görseniz... Düzgün ve tertemiz) , hemen her seferi geç kalan THY... Ne yapalım burası böyle bir ülke işte. Avrupa’ya girdiğimizde bir görün neler olacak.

Ve birde yazık komikliği...

Hatırlayacaksınız, Gökova’nın dibindeki Otluk koyu Turgut Özal zamanında gazete sayfalarında bol bol çıkardı. Oradaki mütevazi evi Cumhurbaşkanı bir nevi Amerikalıların Kamp David’i gibi kullanır, yaz tatillerini geçirir, saatlerce yüzerdi.

Uzun yıllar oraya uğramamıştım. Gökova’nın en güzel barınaklarından biri olan Değirmen Koyunun dibinde ev bomboş duruyor. Tekneyle bakalım istedim, çalıların arasından “düüt, düüt” bir asker fırladı. Elini kolunu sallıyor, “düüt, düüt” diye çırpınıyor. Elini sallıyor. Ne konuyor? Kimi koruyor Allahın sıcağında? Cumhurbaşkanının görünmeyen, kullanılmayan tatil evini mi? Ne bir tabela, ne birşey, sadece çalılardan fırlayan düdüklü bir asker...

AFERİN TÜYSÜZ’E...

Magandalarla mücadele sonunda geniş bir destek buldu ve bir kampanyaya dönüştü. Ancak bu kadarıyla işin içinden çıkabileceğimizi sanmayalım. Herkesi silahsız yaşamaya alıştırabilmek kolay olmayacak.

Bu arada milletvekilleri arasında ilk adımı atan ANAP’lı (Şanlıurfa ) Turan Tüysüz oldu. Erkekçe ortaya çıktı ve silahını teslim etti. Sembolik bir jest, ancak önemi büyük. Hele Tüysüz’ün silahlı geçmişi dikkate alınırsa, attığı adımın önemi daha da büyüyor.

Milletvekillerinin sorumluluğu büyük.

Meclis açıldıktan sonra bu konuda gösterecekleri duyarlık, izlenecek. Olayı görmezden gelirlerse, yazı olacak.

AMAN HALKI KIŞKIRTMAYIN…

Geçen hafta beni en çok korkutan gelişme, İzmir’in Seferihisar İlçesinde ve Trabzon’daki linç girişimleriydi. Olaylar yatıştıktan sonra anlatılanlar tüylerimi daha da diken diken etti.

Birde baktık ki, bir olayda jandarma “bunlar PKK’lı” diye bağırmış ve bunu duyan halk birden saldırıya geçmiş. Diğerinde bazı milliyetçi gruplar kimin ne olduğunu bilmeden ortaya fırlamışlar ve halkı açıkça kışkırtmışlar.

İşte en büyük tehlike bu.

Bunu “halkın galeyana gelişi” olarak gösteremeyiz.

Ülkemize kendi elimizle zarar vermek istiyorsak, o zaman bu tip olayları görmezden gelelim.İşte o zaman, PKK’nın veremediği ve veremeyeceği zararı kendi elimizle kendimize verdirtmiş oluruz.

Kışkırtmaların kimden geldiğini bilenler biliyor.

Aman yapmayın. PKK terörü üzerinden prim kazanmaya kalkmayın. Bu ülkeye çok zarar verdirtirsiniz.

KÜRT MİLLİYETÇİLERE DE BİR ÇİFT SÖZÜM VAR

Batman olayları da, Seferihisar ve Trabzon’da yaşadıklarımız kadar rahatsız ediciydi. İstihbarat örgütleri Batman olaylarının bir halk hareketi olmadığına, belediyelerin ve PKK’nın kışkırtmaları sonucu çıktığına inanıyorlar.

Kim neye inanırsa inansın, önemli olan bu tip gelişmelerin yaşanmamasıdır. Bugün “biraz gözdağı verelim” diye yol çıkanlar, yarın yaratacakları canavarın esiri olurlar. Karşılıklı tırmanma öyle bir noktaya ulaşır ki, ne yapsak önleyemeyiz. Böyle bir olasılıkta hepimizin sonu olur. Kimse altından çıkamaz.

Aman yapmayın, küçük kazanımlar için ülkeyi karıştırmayın...

<>

Ereğli Ortak Girişim Grubu (EOGG) Erdemir’e (Türkiye’nin tek entegre yassı çelik fabrikası) talip olduklarını resmen açıkladı. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) liderliğinde 34 şirketlik bir konsorsiyum kuruldu ve aralarında çoğunluğu yabancı olan 12 talip şirket ile yarışa girdi.

Türkiyede böyle bir harekete ilk defa rastlıyoruz.

Eğer başı Hisarcıklıoğlu çekmeseydi, yine de bu kadar kişinin bir araya gelmesi güç olurdu. Bakkal dükkanında dahi ortaklıktan hoşlanmayan Türk toplumu bu girişimi büyük bir ilgiyle izliyor.

Sorulan sorular da ilginç:

- Bu girişim ilerde “yabancılar dışarı” kampanyasına dönüşür mü ?
- İhalenin EOGG’ye kalması için hükümet etkisini kullanamayacağına göre, yeterli parayı toplayabilecekler mi ?
- İhaleyi kazandıkları taktirde Erdemir’i nasıl yönetecekler? Ortaklığı nasıl götürecekler ? Yoksa birbirlerine mi düşecekler?
- Yoksa bu olay sadece bir gösteri mi ?

Kim nasıl yorumlarsa yorumlasın, bu bir ilk’tir.

Başarılı olmalarını istiyorum.

Ancak ihaleyi alamazlarsa, aman yabancı düşmanlığına yol açacak söylemlerden de kaçınmaları gerekir.

AYHAN SİCİMLİOĞLU’NU İZLİYOR MUSUNUZ?

CNN TÜRK’te Perşembe akşamları RENKLER adlı bir program yayınlanıyor. Ayhan Sicimoğlu hazırlıyor ve sunuyor.

Sicimoğlu öylesine güzel ve değişik konular seçiyor ve öylesine hoş bir şekilde yansıtıyor ki, hayran olmamak elden gelmiyor. Üstelik televizyoncu değil. Ancak son derece renkli bir kişiliği var. Müzisyen, yemek meraklısı, deniz altında 40 metreye kadar inebilen bir insan. Hepsinden önemlisi, hayatı seviyor ve programını sunarken bunu seyircisine de yansıtıyor. Sicimoğlu’nu bir TV sunucusu gibi izlemiyorsunuz. Size neyi nasıl anlattığına bakıyorsunuz.

Ellerine sağlık.

Yazarın Tüm Yazıları