Geçmiş yazılarımdan birinde değindiğim “konsept” yaratabilme konusu üzerine pek çok soru ve yorum aldım, üstteki gibi diyaloglara girdim. Bir seferlik değil, her seferinde doğru konsepti oluşturabilmek için aslında pazar analizinden tutun ürün tedarik zincirine kadar pek çok ayrıntıyı içeren derin bir havuza balıklama atlamak gerekiyor. Bu ayrıntıların içerisinde boğulmadan önce bahsedebileceğim bir şey var: Hikaye.
Başarılı bulduğunuz çoğu yeme içme noktasında, yemeğin kendi lezzeti kadar sizi etkileyen bir unsurdur “hikaye”. Hikayeyi doğru yaratabilirseniz, hikayenizin ne olduğuna ve ne olmadığına hakimseniz başarılı olmak kolaylaşıyor.
Mesela Çiya’da yediğiniz bir yemeğin lezzetinin yanı sıra satın aldığınız iki ana hikaye mevcut. Birincisi İstanbul’un ortasında bulunduğunuz halde Türkiye’nin dört bir yanından gelen yöresel lezzetleri deneyimleme şansı. İkincisi, bu lezzetleri ortaya çıkarmak için çokça emek harcayarak dünyanın tanıdığı bir şef haline gelen Musa Dağdeviren’in serüvenine ortak olmak, gözlemlemek… Bir hikayeye sahip olmak için dünya çapında ilgi çeken böylesi büyük adımlar atmış olmanıza da gerek yok. Misal Adana’da Kaburgacı Cahit’te sadece hipnoz ve kaburga satın almazsınız, eski seyyar kebapçılığın, yani tablacılığın getirdiği sohbeti ve tablacı kültürünü de satın alırsınız. Baylan Pastanesi’nde kup griye yerken aynı zamanda İstanbul’un hafızasına da ortak olma şansını elde edersiniz. Susurluk’ta tost yerken tatile gidiş heyecanını, Kaşe Market’te sandviç yaptırırken çocukluğunuzu yakalarsınız. Ozzie’s sadece kokoreç değil, bir baba oğulun ilişkisini de servis eder, satılık olmasa da... Antalya’da Börekçi Tevfik Usta sadece böreğin değil 80 yıllık bir Fransız döküm fırının da hikayesidir. Çengelköy Börekçisi’nin kıymalı böreği, hemen yanındaki Çınaraltı olmadan, o Çınaraltı da “Süper Baba” olmadan eksiktir. Tünel’deki Özsüt’ün manda kaymağında 100 yıllık tek tabanca bir işletmenin mücadelesi yatar. Demre Kaya Restoran’ın mavi yengeci, Beymelek Gölü’ne karşı günbatımı salıncağını kurmayı akıl edebildiği için ekstra lezzetlidir.
Hikayeniz dükkanın baktığı manzarayla, bölgedeki bir eksikle, yörenin bir ürünüyle, dükkanın büyüklüğüyle, sahibinin kişiliğiyle, bulunduğu sokakla uyumlu olup, şekillenebilir. Bir gazete kağıdı serip üstüne çıtlama hamsi atmak, sunduğunuz hamsinin tadıyla birleşip uyumlu bir hikaye yaratabilir. Oysa belki tıpatıp aynı hamsiyi bir başka dükkanda, farklı bir şekilde servis etseniz böylesine başarılı olamayacaktınız.
İyi bir dönerci olabilirsiniz ama dönerin tadı ve sunum şekli kadar, sunulduğu şekliyle dönerin kaç metrekarelik bir dükkanda satılması gerekliliği, hangi sokakta satılacağı, servisin tipi, masadaki peçetenin seçimine kadar yazılan şey bir hikayedir.
Bu hikayeyi okutabiliyor musunuz, bütün mesele bu.
Sizler en çok hangi lokantaların hikayesini, hangi sebepten beğeniyorsunuz? Lütfen bana yazıp yollamaktan çekinmeyin.
Her ne kadar “butik” olarak tanımlanabilecek yerlerde pek burger yeme fırsatı bulamamış olsam da efsanevi In N Out’tan tutun Five Guys’a, Super Duper’dan Johnny Rockets’a kadar pek çok “adı bilindik” yerde burger yeme şansı buldum.
Ne “Adamlar yapıyor kardeşim, kırk fırın ekmek yememiz lazım” noktasındayım, ne de “Biz de çok harika yapıyoruz ne varmış bizim burgerimizde” kıvamında bir iltimas geçme niyetindeyim. Ancak gerek köfte lezzeti gerekse ekmek performansı açısından bizim burgercilerimizin de hiç fena iş çıkarmadığını söyleyebilirim. Köftelerimiz benzeri derecede sulu, pişirim yetenekleri benzer, lezzetlerde pek bir fark yok… Soslama noktasında da oldukça yaratıcı çözümlerimiz var. Bana kalırsa esas kapatmamız gereken fark yan ürünler noktasında… Taze soğan halkası, çıtır çıtır patates kızartmaları, içecek çeşitleri, milk shake çeşitleri, servis hızı alanlarında Amerikan burgercilerinin genel olarak oldukça iyi iş çıkardığını söylemek mümkün. Değinilmesi gereken bir diğer önemli nokta “konsept” hususunda. Çok karıştırıp bulandırmıyorlar… “Burgerci” olarak ortaya çıkan bir yerin menüsünde sırf müşterilerin ilgisini çekmek adına alakasız yan ürünler yer almıyor. Belli başlı, iyi yaptıklarına inandıkları çeşitlerle menüyü sınırlandırıp, “menü dışı” olarak kulaktan kulağa yayılan kimi özel burger ve çeşitlerle fark yaratmaya gayret ediyorlar. Bizde olaya bu açıdan bakabilen mekan sayısı maalesef sayılı…
Sözü açılmışken gezdiğim bir düzineden fazla ülke arasından burger konusunda beni en çok şaşırtan yerin İskoçya olduğunu söylemek zorundayım. Oldukça yoğun ve katmanlı, etin tadının ön plana çıktığı burger köfteleri, gramajıyla, içeriğiyle zengin burgerleri Edinburgh sokaklarında sıklıkla tattım. Amerikan burgerlerinde benzeri bir imzayı henüz yakalayamamış olmak üzdü beni.
Ülkemizde ya da dünyadan sevdiğiniz burgercileri burada yorum olarak, sosyal medyadan ya da e posta yoluyla bana iletirseniz çok mutlu olurum.
Bu herkesin malumu olan bilgiyi içeren cümleyi mahsus böylesine dümdüz, sanki kimse bilmiyormuşçasına, herkes durumdan habersizmiş gibi en başa yazdım. Ne zaman şehre bayram gelse, ramazan başlasa ya da bir tencereden davetkar bir dolma kokusu gelse çocukluğum beni kalemimden tutup geçmişten bir yazı yazmaya iter. Ancak o küçük çocuğu sakince bir kenara oturtup, ona son yıllarda git gide beni boğmayı başaran, özensiz, ticari iftar sofralarının tehlikelerinden bahsetmek istiyorum. Evet, ramazan başlayalı henüz birkaç gün oldu ve ramazan ruhundan uzak iftar sofralarına dair şikayetler ortalığı kasıp kavurmadan önce tahmin ediyorum sadece birkaç günümüz var…
İşini doğru yapanları her zaman olduğu gibi tenzih ediyorum tabii ama iftar sofralarının pek çok restoran için tamamen ticari bir hamle alanı haline gelmesinin tarihi aslında çok eski değil… Sosyal medyanın etkisinden tutun, kış aylarında saat 17’de kurulan iftar sofralarının yerini yaz ve baharla birlikte akşam saati sofralarının almasına kadar pek çok sebepten söz edebiliriz. Sebepler ne olursa olsun, bu “ticari” yaklaşım halinin oldukça köklü tarih ve geleneklere sahip iftar sofralarının ruhundan bir parça koparıp götürdüğü kesin… Oysa sıcacık bir ramazan pidesinin kokusu, hafif bir güllacın lezzeti bile ramazan sofralarını özlemek için yeterli olacak sebeplerden sadece bir ikisi… Bu basit ama etkili tatların yarattığı, ramazan ruhuyla uyumlu mütevazı ama asaletli sofraların yerini git gide açık büfe mantığındaki iftar sofralarının almaya başlaması sizi rahatsız etmiyor mu? 40 kişilik mekana itiş kakış 60 kişiyi sokarken etkili servis vermeyi başarmanın imkansızlığını göz ardı eden işletmeciler yok mu? Kimileri sırf dışarıda ünlü bir mekanda boy göstermek adına normalde yemek servisi bile yapmayan mekanlara orucunu açmaya gitmiyor mu? “Bir ayda cebimizi doldurduk doldurduk, yoksa işler kesat” mantığıyla özellikle tarihi dokunun belirgin şekilde hissedildiği il ve ilçelerde ramazan ahlakına ve güzelliğine uymayan pek çok sofra ile karşılaşmıyor muyuz?
İftar sofralarında 700 yıl önce de var olan baklava, halen başköşede kendisine yer bulmayı başarıyor ama 10 yıl önce adından dahi söz edilmeyen kurumuş “tost peyniri”nin yan tabaktaki komşuluğundan memnun olduğunu sanmıyorum. Tel tel dökülen tereyağlı pilavın, dilimlenmiş kurumuş salamın arkadaşlığından keyif aldığını, sıcacık Uşak usulü tarhana çorbasının sadece göz boyamak için tabaklara doldurulmuş talihsiz ve içi geçmiş domates ve salatalıkların durumuna sevindiğini hiç ama hiç düşünmüyorum.
İçimdeki küçük çocuğa diyorum ki “Senin zamanında sıcacık bir çorbayla, bir pilavla, bir fasulyeyle, biraz zeytin ve peynirle seyran olurdu iftar sofraları…”
Aynadaki koca adama diyorum ki “Kişi başı 130 lira istiyorlar öylesine masaya konulmuş bir iftar menüsüne...”
Oysa ramazan başlayalı henüz birkaç gün oldu…
Bizim çocukluğumuzda hayaller genelde “merkezi bir yerde büfe açmak” üzerine kurulurken şimdilerde bu hayallerin “kahveci açmak”,”burgerci açmak”, ”akşamdan akşama dört masalı bir yerim olsun” benzeri alanlarda biriktiğini görüyorum. Sadece para kazanmak için bu işlerin peşine düşenlerden bir beklentim yok ama tutkuyla bu işlerin peşinden koşanların hayallerinin bu benzeri işlerde kitlenip kaldığını görünce biraz hayıflanıyorum açıkçası. Tutkuyla, olup olabilecek en lezzetli burgeri yapma iddiasında ve birikiminde olan kişileri tenzih ediyorum ancak, deneyim yaratma noktasında çok körelmiş ve sığ bir hayaller denizinde yüzüyoruz sanki.
Sosyal medya kullanımıyla “meşhur olma” konusunu da dükkan sahibinin kişisel ve sadece görsel olarak ilgi çekmeye yönelik atraksiyonlarına sıkıştırdığımızdan, “konsept yaratmayı” havada et kesmekle, bir şeyin üzerine peynir dökmekle, ucu kıvrık bıyık bırakmakla karıştırır olduk. Mekanın yemeği, servisi, sundukları üzerine odaklanmak yerine, mekan sahibiyle fotoğraf çektirmeyi deneyim sandık. Durum böyle olunca bir burgerci açıp, cheddar şelalesi yaratmanın, ızgarada köfteyi atıp tutarken anlamsız hareketler yapmanın durumu kurtaracağını “öğrendik”. Oysa konsept yaratmak, deneyim oluşturmak böyle bir şey olmamalı.
İçeride fotoğraf çekilmesine izin verilmediği için müşterilerinin telefonunu kapıda toplayan dükkanlar, özellikle kredi kartı kullandırmayanlar, içeride servis edilen yemeğin temas ettiği yıllara göre konuklarına aksesuar hediye edenler, görme engellilerin yaşamına farkındalığı arttırmak için karanlıkta yemek servis edenler, özellikle az masalı ve az sandalyeli küçük dükkan tercih edenler, bilerek salaşlaştıranlar, yemeğin tipine göre çatal bıçak benzeri ekipmanını özel yaptıranlar, oda sıcaklığını dışarıdaki havayla kontrast oluşturacak şekilde veya servis edilecek yemeğin sıcaklığına göre dizayn edenler, müzik kullananlar, bilerek müzik kullanmayanlar, ASMR’den faydalananlar ve daha neler neler… Tasarlanabilecek ve kontrol edilebilecek onlarca değişkenin üzerinde kafa yormak varken, “bir başka sıradan burgerci” olabilmek için bunca çabayı görünce gerçekten hüzünleniyorum.
Geçen haftaki iş seyahatim sırasında uğradığım, tamamı mermer bir bardan oluşan ve masası olmayan, düzinelerce yıldır benzeri tarzda çalışan, belli başlı birkaç başlık altında pek çok deniz ürününü taze olarak sunan San Francisco’daki Swan Oyster Depot mesela… Sadece nakit çalışır, tezgahı, mermer seçimi, iç konseptiyle deniz ürünleri satılan bir yerde olduğunuzu size hissettirir, çalışanlar size yedikleriniz konusunda bilgi verir ve taze hazırlayıp önünüze sunar. Bu kadar az sandalyeli bir yerde olmanıza ve dışarıda kuyruk olmasına rağmen sizi kimse özellikle acele ettirmez, bulunduğunuz ortamdan keyif almanızı sağlar. Konseptle sunulan lezzet uyumludur ve size bekleme sürenizde tezgahı izlettirmeleri dahil gösterişsiz ama etkili bir deneyim sunar. Bu küçük, basit gözüken yer böylelikle tüm dünyadan konuk ağırlayan, konseptine güvenerek sunduğu lezzetten ödün vermeyi düşünmeyen bir anlayışla şehrin en ünlü yerlerinden biri olmayı başarır. Aynı deniz ürününü çok masalı, çok şık, çok gösterişli şekilde sunuyor olsalar da benzeri başarıyı aynı etkide elde edebilirler miydi, tartışılır.
Bir yemeğe giderken de, bir restoran açarken de lezzetlere kafa yormak kadar gerçek anlamda bir deneyimin üzerine kafa patlatmanın ödülü bence tarifsiz. Umarım gelecek zamanlarda ülkenin yeme içme haritasında daha yaratıcı, üstüne düşünülmüş özel deneyimleri ve yiyecekleri kol kola görebiliriz.
Henüz ilki düzenlendiğinden olası organizasyonel aksaklıkları mazur görmek gerek. İçerik olarak ise bana göre oldukça umut verici bir başlangıç yaptı. Ağırlıklı olarak Kars, Konya, Karaman, Edirne, Muş, Kırklareli, Diyarbakır, Çorum, Balıkesir, Trabzon, Çanakkale gibi şehirlerden üreticiler peynirlerini tattırıyorlar, satış yapıyorlar, üretim süreçleri başta olmak üzere her konuda bilgi veriyorlar.
Pek çok güzel sürprizle karşılaştım. Mesela bu etkinliğe kadar Muş’un peynircilikte bu derece iddialı olduğunu bilmiyordum. Kendine has eski kaşarları, tulum peynirleri var ve bu peynirler bazen farklı şehirlerde, sanki o şehrin bir ürünüymüş gibi satılabiliyor. Muş’un peynircilikteki bu üretim zenginliği ve farklı renginin markalaşma yoluyla da desteklenmesi ve değer görmesi şart. Portakallı, yaban mersinli hatta çilekli peynir tatlıları, yanıksı yoğurt, Adana’da ve Malatya’da sokak satıcılarında gördüğümüz acılı ayranın ambalajlanmış hali, ayrandan tereyağı, telli minci peyniri gibi farklı ürünler etkinliğe renk katıyor.
Peynir çeşitleri dışında, ayranlar, tereyağları, çeşitli süt ürünleri, simitler, kuru meyve çeşitleri, ezmeler etkinlik boyu tadılabilen diğer ürünlerden bazıları...
Önümüzdeki sene festivalden beklentim daha farklı peynir tiplerini de göz önüne taşıyabilmeyi başarması... Pek çok güzel beyaz peynir, kaşar peyniri, tel peyniri, dil peyniri, lor peyniri, otlu peynir, tulum peyniri çeşidi etkinlikte kendine yer bulmuş durumda. Ancak ülkemizde 200’e yakın peynir çeşidinin bulunduğunu düşünürsek görücüye çıkmayı bekleyen pek çok üretici ve çeşidin de varlığından bahsedebiliriz. Bu ve benzeri etkinlikler sayesinde umarım gün ışığına çıkarlar.
Etkinliğe giderseniz bu 5 ürünü denemenizi tavsiye ederim. Denerseniz lütfen düşüncelerinizi yazın:
1- Çorum Kargı Tulumu
2- Diyarbakır Otlu Peyniri
Zeynep Kamil’de parkın arkasında bir apartmanda ikinci kat… Dedem Western sineması izlemiyorsa televizyon sesi eve hakim değildir genelde… Salomanjenin duvarına asılı “büyük saat”in sesi bozar evin sessizliğini sadece. Bu sese kulak kabartmaya öylesine alışmışım ki, içimdeki doğal zaman mefhumunu ince ince bir nakış gibi bu saatin ördüğünü söylesem bugün, yalan söylemiş olmam.
Altta yerde davul fırın, önünde bezler, kapağı her açılışında git gide eskiyen mobilyaların kokusunu yırtıp atan o sihirli güç dolduruyor odayı. Bunca girizgah, hayalimde bugün capcanlı duran tüm bu imgeler, zihnimde bunca yer etmiş bu büyülü koku anneannemin ünlü peynirli ıspanaklı kol böreğine ait… Rahmetli, mantıdan yaprak dolmasına, içli köfteden et çeşitlerine hemen her yemeğin gerçek bir ustası sayılırdı... Kol böreğinin de doğal olarak tüm bunlardan aşağı kalır hiçbir yanı yoktu, özellikle davul fırının kapağının açıldığı o ilk anda…
Hem çocukluğumuzun hem de ülke mutfağının tam ortasında durmayı başaran börek, evlerdeki başarısını tam anlamıyla dükkanlara yansıtabildi mi tartışılır… İstanbul’da köşe başlarındaki kır pidecilerinin genel olarak vasatı aşamayan börekleri, zincir markaların git gide sıradanlaşan çeşitleri ve kontrolsüz çoğalan Adana börekçilerinin gölgesinde çırpınan bir avuç börekçi kaldı koskoca şehirde… Çoğu zaman Çengelköy’e ya da Sarıyer’e kadar gitmeyi gerektiren bu börekçiler Çengelköy’e, Sarıyer’e, yarımadaya has börekleri bir şekilde müşterilerine sunmaya çalışıyorlar.
Pırasalı Arnavut böreğini, Boşnak böreğini, Akdeniz serpme böreğini saymazsak dükkanlarda farklı bir tadı bulmak çok kolay değil, üstelik puf böreği, fincan böreği, hakiki kol böreği ve su böreği ise daha çok evlerde hakkıyla yapılabiliyor. Malzeme kalitesine özeniliyor, malzemeden kaçılmıyor, her şeyden önce sevgiyle, özenerek tabaklara konuyor.
Bu köşede pek çok yazıda bahsettiğim, yiyeceklerin dükkanlarda satılma aşamalarında ise börekler bana göre halen ikinci basamağa geçebilmiş değil. Börekte anne, anneanne özenini yeni bir malzemeyle buluşturan, yeni bir anlayış ve vizyonla buluşturan yaygın bir yaklaşım yok. Lütfen “ama üzerine cheddar peyniri döküyorlar” demeyin.
Börek o ülkenin kültürünün getirdiği her malzemeyi içselleştirebilir, her maddeyi kullanabilir. Yeter ki bunu harmanlayacak düşünsel beceri ve maharet olsun… Börekleri peynir, kıyma, patates, ıspanak dörtgeninden kim kurtaracak? Yeni bir adımla, tıpkı şu an midyecilerin, kokoreççilerin, dönercilerin geçirmiş olduğu dönüşümü börekler için kim sağlayacak?
Yeni çözümü sabırsızlıkla bekliyorum. O gün gelene dek benim yüreğim bir Turgut Uyar mısrasına atıfla bozuk bir saat gibi anneannemin duvarında duruyor, mis gibi börek kokan o güzel odada…
Mide Lobisi’nde bir gönderide, üyelerden birinin yorumu sayesinde sosyal medyada bu ruhsuz diyaloglarla ne kadar sıklıkla karşı karşıya kaldığımızı yeniden anımsadım… Ustanın gözü yaptığı işte, her gün en az iki “sosyal medya fenomeni” tarafından yöneltilen aynı anlamsız soruları yanıtlamanın bıkkınlığıyla kesiyor böreğini… Bir yerden sonra otomatik bir cevaplama hali:
“82”
“70”
Ustanın böreğinden bahsetmek, ustalığının yıllar içerisinde ürettiği lezzete neler kattığını ortaya koymak yerine magazin sorularıyla basmakalıp içerikler yığını üretme problemi… Börekten ısırık alıyor:
“Mmmmmh… Süper!”
Neden “Süper”, niye güzel hiçbir yorum ya da yorum kırıntısı yok? Bu paylaşımı takip eden kişinin aklında kalanlar ise ustanın bıkkın bakışı, 82, 70…
Tabii ki bir genellemeyle sosyal medya aleminin tüm paydaşlarını aynı tencereye atıp karıştırmıyorum. Ancak Televole benzeri yüzeysel içeriklerin kimseye bir şey katmadığı da aşikar… Birkaç hafta önce yazdığım yazıda sosyal medyada verilen yemek tariflerinin günden güne lezzet üretmek yerine dikkat çekici görüntü üretmek üzerine kurgulandığını yazmıştım. Böylesi bir yaklaşımın prim yaptığı bir ortamda börekçi amcanın yaşının, muazzam pişirdiği ve dengesini tutturduğu acılı domatesli böreğinden çok daha dikkat çekici bulunması doğal… Ne var ki 70 yılın hikayesinin peşine hem sözde hem de damakta düşmemek çok hüzünlü bir eksiklik gibi geliyor bana…
Ustanın yaşı, meslekteki tecrübesi önemli de, bu içeriğin başrolü yine de o 70 yılın aktarıldığı böreğin ta kendisi değil mi? Sosyal medyada yemek çok karşılığı olan bir alan; ancak hem mekan sahipleri hem de “influencer”lar olarak bu alanı basitleştirmek için elimizden geleni yapıyoruz gibi görünüyor.
Kaş Gökseki’deki ayakaltından uzak sayılabilecek evime ilk taşındığımda internetten sipariş ettiğim ürünlere kavuşmak biraz zor oluyordu. Her seferinde kargocularla telefon trafiği, evin yerinin tam tarifi, “Camiyle marketin arasındaki yokuştan ilk sol”lar…
Kaş pazarından haftalık pek çok ihtiyacımı alıyorum ama eksik bulduğum birçok gıda maddesini de şehir dışından temin ettiğimi fark ettim. Kars’tan, Konya’dan peynirler, Gaziantep’ten fıstık ezmeleri, İzmir’den sosisler, Datça’dan badem ezmesi, Ayvalık’tan zeytinyağı hatta muhallebi… Kargocular zamanla öğrendiler evimi, evde olmasam da telefonla arayıp kapıya bırakıyorlar. “Koray Abi, paketin var merdivenlere bıraktım.” Böylelikle sofralarıma bu ürünler sızmaya başladı. Kahvaltıma acuka, Konya küflü peyniri veya İzmir’den gurme bir sosis türünün misafir olması gibi…
İlk başta birkaç büyük girişimin domine ettiği alana zamanla yerel büyükler hatta küçük yerel butik firmalar da girmeyi başardı. İnternetten siparişin artmasıyla büyük süpermarket zincirleri de günlük ihtiyaçları gidermek için online market uygulamalarını ön plana almaya başladılar. Özellikle büyük şehirlerde bu servis çok kullanışlı olabiliyor. Ama internetten gıda siparişinin asıl faydası büyük marketlerde kendine yer bulamayan küçük üreticiye evimize girme şansı vermesi oldu. Klasik birkaç çeşit markanın dışına çıkıp çok çeşitli ürünleri tattırma fırsatı sunuyorlar.
Mesela sertifikalı, olgun Divle obruk peynirini Karaman ya da Konya’dan bir küçük üreticiden satın almak, tamamen mantar çeşitlerine kafa yoran bir küçük üreticinin farklı bir mantarının lezzetini deneyimlemek, Kars’tan gravyer getirmek ve tüm bunları sofranda buluşturmak büyük zenginlik. Çoğu zaman da uygun bir maliyetle… İlerleyen yıllarda bu üreticilerin hem ülkede hem de yurt dışında daha bilinir ve söz sahibi olmalarını, ülke çapında bilinmeyen ya da kıymeti anlaşılmamış pek çok ürünü duyulur kılmayı başaracaklarını umut ediyorum.
Siz internetten hangi gıda ürünlerini sipariş ediyorsunuz? Sosyal medyadan ya da e-posta yoluyla bana iletirseniz çok mutlu olurum.