Bir büfeden alınan sandviç, bir sokak lahmacunu ya da eskilerden bir kebapçı da bu anıları güzelleştirebiliyor. Mesela bugün Moda Caddesi’nde Beyaz Dürüm olarak faaliyet gösteren dükkan; bundan çok uzun yıllar önce Saygılar Büfe olarak hizmet veriyordu. Uzun yıllar Korkmaz Büfe’yle beraber Kadıköy’ün en güzel dönerlerini pişirdiler. Korkmaz Büfe halen yıllardır bulunduğu (arada Saygılar Büfe’yle yer değiştirdikleri) dükkanda bayrağı dalgalandırmaya devam ediyor.
Bahariye Caddesi’nde bundan 20-25 yıl önce upuzun baget ekmeklerinin içerisinde nefis sandviç yapan Mr. Koçanka da çocukluk anılarında güzel yer alırken yıllar önce tarihe karıştı. Bazı mekanlar ise halen yaşamaya devam etse de çocukluk ya da ilk gençlik günlerimdeki etkilerini azaltmışa benziyorlar.
Tüm bu mekanların zihnime üşüşmesi tesadüfen gerçekleşmedi. Yeme-içme topluluğu Mide Lobisi’nde geçen hafta çok çarpıcı bir gönderi yayınlandı. “Kapanmalarına rağmen özlediğiniz restoranlar / lokantalar hangileri ” Gönderinin içine zaman zaman marketlerde satılan ürünler karışsa da oldukça çarpıcı sonuçlar ortaya çıktı.
200’e yakın ürün ve dükkanın paylaşıldığı gönderide en çok özlenen dükkan olarak Wendy’s ön plana çıktı. 90’lı yıllarda Amerikan tipi zincir burger tipi dükkanlar yeni yeni yayılırken Wendy’s İstanbul’da fırtına gibi esiyordu. Kadıköy’deki dükkanına ben de arada giderdim, salata barıyla, “chili”siyle hep güzel anılar bırakan bir markaydı bende de.
Yakın zamandan özlenen bir başka zincir ise TGI Friday’s… Her ne kadar kısa süre önce Türkiye’ye yeniden geleceği konuşulsa da henüz bir gelişme yok sanırım… Üçüncü mekan ise özellikle İstanbul Anadolu Yakası’nda bir dönem fırtına gibi esen Sicilys Pizza… Burgerci Wimpy, Kral ve Ben gibi dükkanlar da yine ön plana çıktı.
Kadın üyelerin özledikleri dükkanlar Wendy’s, TGI Friday’s, Sicilys Pizza, Wimpy iken; erkeklerin ağırlıklı özledikleri Wendy’s ve nefis piliçleriyle Wienerwald oldu…
Sizler hangi dükkanları özlediniz? İster yorum olarak ister e-posta yoluyla ister sosyal medyadan yorumlarınızı bana ulaştırabilirsiniz.
Mavi yengeçin de Demre ile birlikte Türkiye’de restoran menülerinde en sık görülebildiği bir yer olan Dalyan’da dört başı mamur bir akşam yemeği yemek için bulabileceğiniz seçenekler ise oldukça kısıtlı… Kısıtlıdan kastım sayısal olarak değil; nitelik olarak… Mide Lobisi’nde soruşturuyoruz, Instagram’dan ve Google'dan araştırıyoruz; ben en az 3-4 kere ziyaret ettim sürekli deniyorum ama belli bir çıtanın üstüne çıkamıyor sunulanlar…
Tüm bu işletme kalabalığının içinde elde kalan bir iki “fena olmayan” balıkçı, iyi bir iki dondurmacı, gündüz güzel hamur işi yapan, narlı dondurma ve nar suyuyla renk katan klasik gözleme/börek bazlı birkaç iyi işletme… Böylesi bir doğal güzelliğin ortasında olan bir yer; Muğla gibi gastronomiyle içli dışlı bir yörenin içerisindeki bir turistik belde; neden gastronomi açısından “idare eden” yerlerin ağırlıkta olduğu bir yer?
Bu soru aslında sadece Dalyan için sorulabilecek bir soru değil… Marmaris merkez, Göcek, Ölüdeniz, Kemer tarafı, Kapadokya, Çıralı-Olimpos hattında da benzer sorunlar görülüyor. Bunun bana göre en temel sebebi beldenin hizmet sektörünü şekillendiren “turist” niteliği…
Özellikle İngiliz turistin ağırlıkta olduğu beldelerde menüsünde hemen her şey bulunan, “hasır” sandalyeli, çiçekli minderli yerler ağırlıkta oluyor. Bu Hindistan’a gittiğimde de böyleydi; Yunanistan’da İngiliz ağırlıklı turist çeken beldelerde de böyleydi… Bu turiste yönelik olarak açılan işletmeler ağırlıkta olunca dolayısıyla menü de, dekorasyon da, hatta gece yaşamı da buna göre şekilleniyor. Dolayısıyla 10 ünite yer varsa, bunların 7 tanesi daha çok ortalama yabancı turiste hitap eden; birbirine benzeyen yerler olarak ortaya çıkıyor. Burada yükü tabii ki sadece İngiliz ağırlıklı turiste yüklemek yanlış olur; hem benzeri profildeki her milletten yabancı turist için geçerli bu hem de bölgedeki ürünleri derinlemesine analiz etmeyen, gastronomi merakı ya da geleneği olmayan işletmecilerin de bunda payı büyük.
Yerli/şehirli turistin şekillendirdiği beldelerde ise gelişim farklı oluyor. Bodrum, eskiden beri yerli, alım gücü yüksek turiste hitap ettiğinden kendine ait bir restoran kültürü var. İngiliz etkisi genelde Gümbet gibi beldelerinde ağırlık kazanmış vaziyette. Yalıkavak-Türkbükü bir kesim yerli turiste, Gümüşlük-Turgutreis tarafı farklı bir kesime hitap ediyor… Selimiye, Bozburun, Söğüt tarafı da gastronomi açısından oldukça yüksek kalitede mekanlar sunuyor. Çeşme-Alaçatı tarafı fiyat politikasını ne kadar eleştirirsek eleştirelim farklı alternatifler ortaya çıkarıyor. Eskinin yerli turist açısından popüler Ege kasabalarından Ayvalık’ta hala güçlü bir gastronomi bağı var. Tatil yöreleri arasında “Kadıköy-Beşiktaş” demografisine uygun bir ziyaretçi tabanı olan Kaş’ta butik burgerciler, iyi şeflerden artizan sokak yiyeceği mekanları, klasik meyhane ve fine-dining restoranların yanında ilçeyi git gide daha “doyurucu” bir hale sürüklüyor.
Turizmde gastronominin yeri günden güne ağırlık kazanıyor. Tatil planı yapan kişinin düşünce süzgecinde “kaliteli yemek yiyebileceği” mekanın da önemi var… Bunu dönüştürmek görüldüğü kadar zor değil; para kazanmak önemli; ama farklı ve lezzetli bir menü ortaya koymak da çok önemli… Üstelik gelen turistin daha fazla gün konaklama yapması, ilçeye daha çok para kazandırması da bu tip işletmelerin varlığıyla kolaylaşıyor… Birkaç mekanla başlar her şey…
Umarım zorlu pandemi döneminin etkisi bir nebze daha azaldığında bu tip beldelerde bunu başarabilecek mekanların sayısı artar.
Belgeselde geleneksel bir Karadeniz pidesi ustasıyla ülkenin en önde gelen şeflerinden Maksut Aşkar’ı beraber çalışırken görüyoruz. İstanbul’un hiç de lüks olmayan bir semtinde, son derece mütevazı bir pide fırınında, aynı derecede mütevazı Karadeniz pidesi ustası Murat Usta’dan pide yapım teknikleriyle ilgili bilgi alıp uygulama yapıyordu Maksut Aşkar... Vedat Milor’un bu bölüm için ülkenin en prestijli restoranlarından Neolokal’in arkasındaki isim Maksut Aşkar’ seçmiş olması bana göre tabii ki tesadüf değil… Türk mutfağına hakim, ama Türk mutfağının üzerinde oldukça yenilikçi tatlar inşa etmeyi başarmış bir şef Maksut Aşkar. Milor, belgeselin bir kısmında ise yetişmekte olan şeflerimizin pek çoğunun, aslında Aşkar’ın aksine, kendi mutfaklarını yeterince tanımadan dünya mutfaklarında uzmanlaşmaya çalışmasının getirdiği sıkıntılara değiniyordu. Milor’un bu tespitinin ne kadar isabetli olduğunu bugünlerde Masterchef Türkiye programında daha yakından takip edebiliyoruz.
Masterchef Türkiye TV’deki bir yapım olarak doğal olarak rating kaygısı güden, akademik bir yemek eğitimi ve Final Table düzeyinde bir tabak performansı hedeflemeyen bir formata sahip. Bu durum kabul edilerek izlendiğinde kimi zaman eğitici de olan eğlendirici bir şov programı. Yemeğe dair televizyonda ne bulursa izleyen, zamanında Anadolu’yu karış karış gezip köylerde gözlemeden otlu patatese kadar vatandaşın sofrasındaki her lokmaya kaşık atan programları bile izlemiş biri olarak düzenli şekilde seyrediyorum. Masterchef Türkiye’de git gide belirginleşen, programı götüren üç şeften biri olan Mehmet Yalçınkaya’nın da tatlı sert değindiği çok önemli husus bir var.
Ne zaman yarışmacılardan yemek olarak klasik Türk mutfağından ya da esnaf lokantası klasiklerinden biri istense yüzler düşüyor. Çünkü bilgi eksiği çok, dolayısıyla kendine güven yok. Tabakların performansı da haliyle düşüyor. İstenilen yemek İtalyan mutfağından, modern street food akımlarından, steak restaurant menülerinden, Fransız mutfağından olduğu zaman yüzler bir anda gülüyor, kendine güven artıyor, çıkan tabaklardaki performans artıyor. Bu aslında oldukça acı ve üzerine düşünülmesi gereken bir durum. Vedat Milor’un program henüz yayınlanmadan işaret ettiği konu aynı dönemlerde programdaki bu durumla pekişince açıkçası daha da dikkat çeken bir hal aldı. Elbasan tava, talaş böreği, çökertme kebabı, tulumba tatlısı gibi tabaklar internet üzerinde “caps”lere konu olacak derecede yetersiz bir şekilde çıkarken aynı yarışmacılar görünürde son derece cezbedici “surf and turf” ana yemekler, mousse'lar, parfeler, ravioliler çıkartabiliyor.
Masterchef Türkiye yarışmacılarının pek çoğu mutfakta eğitim almış, kendi mekanı olan ya da bir restoranda çalışmaya başlamış potansiyelli gençlerden oluşuyor. Bu ekibi mevcutta yetişmekte olan aşçılarımızın, şeflerimizin bir kesiti olarak alırsak Türk mutfağının gelecekteki yönünü kestirmek güç görünüyor. Kaldı ki yemeğe meraklı sıradan bir vatandaş, bugün bir kursa ya da workshop'a katılmak istese seçenekler ağırlıklı olarak “pizza, cupcake, makarna, pasta, ravioli” vb. ürünlerinin yapımından oluşuyor. Talep genellikle bu tip ürünlerde toplanmış vaziyette… Vedat Milor’un belgeselde atıfta bulunduğu gibi; Türk mutfağını tanıyan, bilen ama en önemlisi bilmek ve öğrenmek isteyen genç şef adayları giderek azalıyor gibi…
Eskiden elinde “joypad”, turbo konsepti sadece araba yarışı oyunlarıyla limitli beylerimizin hayatına bir “fırın özelliği” olarak “turbo” da girdi.
Evde kalmanın getirisi olarak fırıncılık mutfaklarımızda inanılmaz yükselişte. Düzgün somunlar, ekşi mayalı yuvarlak çıtır çıtır ekmekler, glütensiz yumuşak tost ekmekleri, karabuğday unu, İzmir’den karakılçık, kuru maya, instant maya, yaş maya, maya besiciliği, maya çiftçiliği, arı maya…
Belki evde kalınmasa, işe gitme sistemi yeniden başlasa ekmek yapılmaya üşenilecek ama hem vakit geçirtiyor hem de çok temel bir ihtiyacı karşılıyor ekmek yapımı… Evde kalma günleri arttıkça ”evde yapım” işleri sokaktan özlenen lezzetleri git gide daha kapsar hale geldi. Önce ilk adım olarak “pizza” yapımları başladı, ekmeği ve köftesi ev yapımı hamburgerler hemen ortaya çıktı, lavaşı ev yapımı tantuniler, mantılar, lahmacunlar, pideler derken dışarıdan sipariş verilen pek çok ürün en azından “idare edecek”, “nefsi köreltecek” biçimde midelere indirildi…
Simit bile furya oldu, pekmezli çıtır çıtır simitler fırınlara dizildi, sabah kahvaltısına yerini aldı, lor peyniri devreye girdi, yoğurtların yapımını hız verildi…
Ancak bir tek ürün var ki bana göre ikame edilemedi… Instagram’a bakıyorum, Mide Lobisi’nde soruşturuyorum, tweet’leri inceliyorum ama genel görüş de benzer: Dışarıda iyi bir dönercide yediğimize benzer bir döner deneyimini evde yaşamak halen çok kolay gözükmüyor.
Hazır dönerler zaten bir yere kadar çözüm; etin ilgili parçalarını döner sosuyla bekletip tavada yapmak aynı tadı bir türlü veremiyor, buzlukta streçli kıyma döner imalatı yapıp döner gibi yaprak yaprak kesip pişiren vizyonerlerimizin genel olarak görüşü de dönerin bu zorlu günlerde ikame edilemediği yönünde…
Benim gibi haftada 3-4 et döner yiyen bir müptela için çok zorlu günler yaşıyorum sevgili dostlar… Birhan Keskin’in bir şiirinde dediği gibi “bir küfür gibi evde oturuyorum” adeta, ama dönersiz olduğumdan…
İşin şakası bir yana, başka dert ve kederimiz olmasın diyerek bu zorlu günleri herkesin atlatmasını diliyor; evde döner yapımını bir şekilde çözdüyseniz ulaştırmanızı rica ediyorum. Size göre karantina günlerinde hangi yiyecekler dışarıdan sipariş verilenlerin yerini tutmuyor? Hangi lezzetleri evde “düzgün bir şekilde” üretemediğinizi düşünüyorsunuz? Sosyal medyadan ya da e posta yoluyla lütfen bana ulaştırın, dönerle kalın, evde kalın!
Kimi zaman “ilk buluşmada” ısmarlandığı için itildi, kimi durumda muhteviyatı üzerine spekülasyon yapılarak kakıldı… Ama günün neticesinde pek çoğumuzun hayatına sızmayı başardı.
Pek çok İstanbullunun tavuk dönerle tanışması Eminönü başta olmak üzere vapur iskeleleri çevresinde olmuştur. Bunlar arasından Kadıköy’deki Park Büfe’de soslu, patatesli, yeşilliksiz ama turşulu sandviç tavuk döner ilk akla gelen örnekler arasındadır. Tophane tarafında Nazar Büfe’de tavuk döner pişirilmeden önce soslandırılmıştır, ekmek arası verilirken de isteğe bağlı olarak bol pul biberle baharatlandırılır. Kadıköy’de “zurna” olarak bilinen çok uzun ve büyük dürümlerin çıkış noktası da tavuk dönerdir. Şimdilerde pek çok semtte görülen Paşa Döner de bir başka zincir tavuk döner markası olarak sıklıkla karşımıza çıkar.
Almanya’dan alışkın olduğumuz farklı soslarla döner yeme alışkanlığı ise Türkiye’de ilk önce tavuk dönerde kullanılmıştır. Bugün Hatay İskenderun orijinli olan veya olduğu söylenen çoğu zincir tavuk dönercide bu tip yeşil, kırmızı ya da beyaz soslar kullanımdadır. Donas, Kebo, İsos, Hat Döner gibi zincir dönerciler bunlardan birkaçı… Adana- Gaziantep ve tabii Hatay ile İskenderun taraflarında döner genellikle tavuktan yapıldığından buralarda farklı ve lezzetli tavuk döner ürünlerini tatmak oldukça olası. Mavi Köşe, Süleyman Usta gibi dönerciler Hatay ve İskenderun’da klasik manada Hatay/İskenderun usulü döner satan ünlü dükkanlardan…
Adana’da Metin Usta, Köylüm Döner gibi yılların öne çıkmış isimlerinin yanında sokak kenarlarında da farklı tavuk dönerciler bulmak mümkün…
Tavuk döner benim hiçbir zaman ilk tercihim olmasa da, buttan yapılıp iyi soslandığı zaman uygun fiyatlı bir abur cubura kolaylıkla dönüşebiliyor. Patatesi, sosu ile pişkin bir tavuk döner, uygun fiyatlı ve doyurucu bir öğün olarak karşımıza çıkabiliyor.
Tüm bunların sonunda, tavuk döner prestij yemeği haline sokulabilecek bir formül içerisinde kendisine yer bulabilecek mi, bunu da umuyor olmama rağmen pek ihtimal vermiyorum açıkçası.
Sizin en sevdiğiniz tavuk dönerciler nerede? Yorumlar kısmından, e-posta aracılığıyla ya da sosyal medyadan ulaşarak bana bildirirseniz çok sevinirim. Afiyet olsun!
<iframe id="poltio-embed-poll-163061" class="poltio-embed" src="https://www.poltio.com/e/poll/163061/slug?utm_source=embed2&utm_medium=&utm_campaign=poll-163061&share=off¬ify=off&align=center" width="100%" height="500" frameBorder="0" allowFullScreen="allowfullscreen" scrolling="yes" title="Embed"></iframe>
Avusturya menşeili, fonetikte Fransa rüzgarları estiren bu güzide ürün, adını da aldığı hilal şeklindeki görüntüsüyle son zamanlarda özellikle Kadıköy ve Nişantaşı bölgelerinde rüzgar gibi esiyor. Bilmeyenler için, bol un ve yağın başrolü oynadığı bu bol katmanlı dışı çıtır, içi yumuşak ürün özellikle ılık olduğu zaman iyiden iyiye lezzetleniyor.
Marketlerde satılan basit ve paketlenmiş versiyonlarının aksine Kadıköy ve Nişantaşı tarafındaki dükkanlarda taze kruvasan oldukça sofistike şekillerde sunuluyor. İçine Avrupa menşeili peynirler, füme et çeşitleri, kuru domatesler, vejetaryen diyete uygun malzemeler, tatlı düşkünlerine özel ürünler konulup servis ediliyor. Hafta sonu önünde oluşan uzun kuyruklar sabahtan başlayıp öğle sonrası saatlerine kadar uzanıyor.
Bu durum aslında çok şaşırtıcı değil. Geçtiğimiz yazılarda bir dönem fırtınalar koparan masa üstünden taşan 66 çeşitlik Tür kahvaltısı modelinin kan kaybettiğini, nitelikli ama az çeşitli butik Türk kahvaltısı modellerinin popüler olduğundan bahsetmiştim. Bu gidişatın bir kolu olarak önce büyük sükse yapan “pancake” kahvaltılarının yerini ise yine Avrupai bir ekolden kruvasan kahvaltıları aldı.
Özellikle büyük şehirlerde ve özellikle hafta sonları dışarıda kahvaltı yapmaktan hoşlanan, bu uğurda akşam yemeği ücretlerine yakın fiyat ödemekten de çekinmeyen bir kitle var. Bu kitlenin kahvaltıya dair farklı arayışları olmaya devam edecek. Kruvasan henüz tam anlamıyla şehri ele geçirmedi ama yükselişi sürüyor. Şehre tam anlamıyla hakim olabilecek mi? Tahtını hangi ürün alacak, bunları umarım hep beraber göreceğiz.
<iframe id="poltio-embed-poll-162898" class="poltio-embed" src="https://www.poltio.com/e/poll/162898/slug?utm_source=embed2&utm_medium=&utm_campaign=poll-162898&share=off¬ify=off&align=center" width="100%" height="800" frameBorder="0" allowFullScreen="allowfullscreen" scrolling="yes" title="Embed"></iframe>
Önce internetin yaygınlaşması, ardından ulaşımın hem karadan hem de havadan kolaylaşması neticesinde pek çok farklı turizm dalı ortaya çıktı, var olanlar gelişti.
Uluslararası alanda en önemli fuarlardan biri kabul edilen ve her yıl ülkemizde yapılan Emitt Fuarı (Doğu Akdeniz Uluslararası Turizm ve Seyahat Fuarı) standlarında ülkemizin son zamanlarda en çok kuvvetlenen dallarından gastronomi turizminin iyiden iyiye ağırlık kazandığını gözlemledim.
Kimi il ve ilçe belediye standlarında yiyecek içecek ikramı yapılırken, ilgili şehirle özdeşleşmiş kimi markalar da ürün satışı yaptılar. Herhangi bir yiyecek içecek aktivitesi olan her standın önünde de bir kalabalık muhakkak oluşmuştu. Standlar bu yolla ziyaretçilerine bilgilendirme yapabilecek vakti ve fırsatı da elde etmiş oldular.
Adana standında şalgam ve sıcak burma, Kilis’te cennet çamuru, kuru patlıcan dolması, sarma Uşak’ta tarhana ve erişte, Ege il ve ilçelerinde zeytin ve zeytinyağı, Edirne’den badem ezmesi, Safranbolu’da lokum, Adıyaman’dan çiğköfte dağıtım ve satışları aralarından en çok ilgimi çekenler… Kaş-Demre tarafında çok sık vakit geçiren biri olarak ziyaretçilerine elma ve portakal tanıtımı da yapan Demre’nin en iyi destinasyon tanıtım standı ödülünü alması da beni memnun etmedi değil.
Hem iyi bir fuar geçirebilmek hem de yükselen gastronomi turizminden pay alabilmek için şehirlerin yiyecek ve içecek konularındaki aktivitelerinin altını çizmek çok önemli hale geldi.
Adana’da bir kebap yemek, Gaziantep’te küşlemeye çatal atmak, Ege’de otlara, Karadeniz’de pideye ve balığa koşmak hafta sonu tatillerini değerlendirmenin bir rengi…
Yıldan yıla ilerlemeleri bol yiyecek içecek ve turizme kazandırmak ve değerlendirmek dileğiyle…
2017’de yaptığım “Her Gün Bir Döner” yürüyüşünden sonraki dönemde dönerle ilgili hemen her türlü soruyu almaya başladım. “Nasıl yapılır, nerede yenir, hangi saatte yenir, bileşenleri ne olmalı?”
Son zamanlarda en sık soru aldığım soru ise değişmedi: “Yeni dönem ortaya çıkan uygun fiyatlı dönercileri nasıl buluyorsun?”
Özellikle son birkaç ayda tüm ülkeyi etkisine altına alan zincir döner dükkanları, genelde 8-10 TL’ye “Gerçek, yüzde 100 et döner” sloganlarıyla kapılarında uzun müşteri kuyrukları elde ettiler. Bunlardan birkaçını bu geçtiğimiz aylarda tatma imkanı buldum: Ekrem Coşkun Döner, Dünya Döner, Bolkes…
Gerek sosyal medyada gerekse Mide Lobisi’nde bu dönerleri oldukça beğenenler kadar, hoş bulmayanlar da var… Ben fiyat performans değerlendirmesi yapınca bu ürünlerin tatmin edici seviyede olduğunu düşünüyorum. Yine de canım bir döner ziyafeti çekecek olsa farklı bir segmente yönelirdim. Yağlı döneri çok sevsem de tam istediğim, aradığım tarz döner bu değil… Siz bir şekilde yolunuzu düşürmeye karar verirseniz bu tecrübeden daha çok zevk alabilmeniz için size birkaç tüyo vermek istedim.
- Bu zincirlerde genelde dönerin yağ oranı yüksek. Sürümü bol olduğu için döner önceden kesilip batonun altında bekletildiğinden üstüne daha fazla yağ sızıyor. Bu durum dönerin hem daha da yağlı hale gelmesine sebep oluyor hem de yaprak döner formatı bir nebze kaybolabiliyor. Altta bekleyen dönerler yerine “taze kesim” isterseniz genelde kırmıyorlar. Bu yöntemle görece daha az yağlı bir dönere kavuşabilirsiniz.
- Döner, tipi gereği porsiyondan çok ekmek arası gibi bir formata daha uygun. Bu zincirlerden kimisi ekmek arası kimisi ise ek olarak pide arası döner opsiyonu sunabiliyor. Porsiyon seviyorsanız porsiyon alın ama ben olsam tercihimi pide ya da ekmek arasından yana kullanırdım.
- Halihazırda fiyatlar ekonomik olduğundan az ekmeğe yüksek gramaj biraz daha zevk almanızı sağlayabilir. Sırf fiyatı uygun diye 50 gram ya da 80 grama yönelmeyin; birkaç lira fazla verin ama ekmek yerine et yemeye bakın.
- Genellikle bu dönerler soğanla birlikte sunuluyor. Soğan kuru beyaz soğan ve genelde marinasyon ya da tuzla ovalama işleminden geçmediğinden yorucu bir deneyim ortaya koyabiliyor. Sumakla marine edilen soğanlar da bazen bekleme sebepli aroma kaybı yaşayabiliyorlar. Ben olsam soğan ya da varsa domates koydurmam; sadece turşu opsiyonu varsa turşu koydururum, o kadar.