Porto ile UEFA ve Şampiyonlar Ligi Kupasını kucaklayan Mourinho, ardından gittiği Chelsea ile üst üste iki kez Premier Lig şampiyonluğunu kazanmayı başardı. Chelsea ile Şampiyonlar Ligi kupasını bir türlü kazanamayan Mourinho daha sonra İtalyan temsilcisi Inter’e transfer oldu.
İtalya macerasında da başarıdan başarıya koşan Mourinho, İnter ile 2 Serie A, 1 Kupa İtalya, 1 Süper Kupa ve 1 Şampiyonlar Ligi kupası olmak üzere 5 kupa kazandı. 22 Mayıs 2010'da Bayern Münih'le oynanan ve Inter’in 2–0 kazandığı Şampiyonlar Ligi finalinin ardından misyonunu tamamladığı İtalyan ekibinden ayrılacağını ve yeni takımının Real Madrid olacağını açıkladı.
Real Madrid ile birlikte Barcelona hegomanyasını kırmaya çalışan Mourinho, ilk yılında istenilen başarıyı sağlayamadı. Ancak ikinci yılında Barcelona’ya karşı üstünlük kuramamalarına rağmen zayıf rakipler karşısında puan kaybını en aza indirerek takımını şampiyonluğun en büyük adayı haline getirmeyi başardı.
Bugün hala Estadio Drago, Guiseppe Maezza ve Stamford Bridge’de “Mourinho” tezahüratları duyuluyorsa, bıraktığı büyük başarılar sayesindedir.
Peki, Barcelona gerçekten düşüşte mi yoksa başka etkenler mi bu kayıpları getirdi?
Barcelona’nın özellikle sakatlıklarla boğuştuğu bir dönemde, ideal kadroya yakın oynayamamalarına rağmen gösterilen performansı her takım kaldıramaz.
Messi, “Xavi ve Iniesta olmadan bir hiç” diyenler bu iki oyuncu sakatlığında bile Messi’nin neler yapabildiğini görmek istemediler. Evet, Messi bu takımın gol silahı, her şeyi ama sorumluluğu üstlenmesi gereken zamanlarda da takım arkadaşlarını şahlandıran isimlerin başında geliyor.
(Fabregas ve Alexis Sanchez’in bu sezon attığı gollerin büyük bölümünü Messi’nin attığı paslar ve yarattığı alanlarla attıklarını bir dipnot olarak söylemekte fayda görüyorum…)
Futbol sahalarındaki ırkçılığın tarihine baktığımızda, 1970 ve 80’lerde üst düzeye çıktığını görüyoruz. Özellikle Britanya’da yaşanan ırkçılık kendisini o kadar hissettirmiştir ki İngiltere, 1950 yılına kadar Dünya Kupasına katılamamıştır.
FİFA’nın da İngilizlerin desteği olmadan kurulduğunu da göz önüne alırsak, Ada futbolundaki ırkçılığın yeniden dirilmesine çok şaşırmamak gerekir.
Yıllardır futbolun beşiği olarak bildiğimiz, maçlarını izlemek için ekranlara kilitlendiğimiz İngiltere’de başlayan bu ırkçılık olayları, “1982 Dünya Kupası” finallerine kadar taşınmış ve finallerde Nazi selamları, ırkçı tezahüratlara rastlanmıştır. İngilizler bununla da yetinmeyip gittikleri her ülkeye ırkçılığı taşımayı başarmışlardır. Heysel Faciası olarak bilinen ve futbol tarihine kara bir leke olarak sürülen olayda ırkçı saldırıların bir sonucu olarak gerçekleşmiştir.
İngilizler, temelini Thatcher’ın attığı futbol şiddetine karşı açılan savaşı, uyguladıkları katı cezalarla kazanmayı başarmışlardı.
Diego Forlan, Jose Antonio Reyes, Lukas Podolski, Arshavin, Ronaldinho ve Shaqiri …
Peki, hangisi geldi, hiçbiri…
Ancak Galatasaray yönetimi sürpriz bir projenin altına imza atarak, Real Sociedad’ın sportif direktörü Lorenzo Juarros Garcia’nın yaklaşık 3 yıl önce, “futbolcu değil, güreşçi almışız” dediği Necati Ateş’i transfer etti.
Hantal gibi gözüken cüssesine rağmen, 30 metreden röveşatayla gol atabilen, beklenmedik anlarda iki kişinin arasından inanılmaz voleler vurabilen, 33 yaşındaki bir kurt Necati Ateş’ten bahsediyoruz.
Bir dönem Bilgin Gökberk’in sunduğu bir TV programında Rıdvan Dilmen’in “Kaka’dan sonra dünyada benim için ikinci oyuncu Necati’dir” sözünü duyunca futbol bilgimden büyük ölçüde şüphe etmiştim. Hala da etmeye devam ediyorum.
Almanya U-17 Milli Takımı’nda forma giyen Koray Günter, Koray Kaçınoğlu, Kaan Ayhan, Robin Yalçın, Emre Can, Samed Yeşil, Levent Ayçiçek ve Okan Aydın’ı listesine alan Avcı, bu oyuncuları milli takıma kazandırmak için bir dizi girişimlerde bulunacak. Buraya kadar her şey güzel ancak Avcı’nın sözlerinde bir nokta var ki bizim en büyük eksikliğimizi gözler önüne seriyor.
“Çocukların kararını aileleri veriyor”
“Çocukların kararını aileler veriyor. 20–26 Ocak tarihleri arasında Almanya’ya gidip, gençlerle psikolog eşliğinde görüşmeler yapacağız. Kendi Milli Takımımız’a ne kadarını kazandırabilirsek bizim için kar” diyen Avcı’nın ilk cümlesi Türkiye olarak yeteneklerimize ve onların ailelerine ne kadar sahip çıkabildiğimizin en büyük göstergesidir.
Geçmiş yıllarda da bu oyuncular gibi birçok yetenek “ülkemiz bize sahip çıkmadı” dediğinde kabul etmeyenler bugün bu oyuncuları kazanmak için her şeyi yapıyorlar. Peki, bu oyuncular A Milli takımda oynamayı kabul ederler mi? Bence etmezler, etmemeliler de… (Bu cümlemden sonra sakın beni “vatan haini” falan zannetmeyin. Ben sadece beyinlere “neden gelmesin diyor bu adam?” sorusunu yerleştirmek istiyorum.)
Hali hazır transferler yapmak yerine genç oyunculara şans tanınması gerektiğini ve yepyeni bir jenerasyon için buna ihtiyacımız olduğunu belirtmiştim. Dün akşam düzenlenen FIFA Ballon D’or ödüllerinde gördüklerim ve dinlediklerimden sonra başarının sırrının alt yapıda olduğunu bir kez daha anladım.
Biliyorum birçok yazar büyüğüm, ağabeyim “ah şu Barcelona olmasa yeni nesil ne yazacaktı” diye göndermelerde bulunmaktan büyük keyif alıyor. Kendi bilgi birikimleri dâhilinde haklılık payları da yok değil!
Ancak, kendini Kaf dağında gören bir futbol liginin olmayan marka değerini yazmaktansa tüm dünyaya futbol ziyafeti çeken bir takımı bıkmadan yazmanın daha doğru olduğunu “sözüm meclisten dışarı” bir şekilde belirtmekte fayda görüyorum.
Konumuza dönecek olursak, dün akşam Messi üst üste 3.kez yılın en iyi oyuncusu seçildi. Kimilerine göre hak etti kimilerine göre hak etmedi. Ancak o yaptığı açıklamayla başarının önce takım oyuncusu olmaktan geçtiğini hepimize bir kez daha kanılatmış oldu. Aldığı ödülü başta Xavi olmak üzere tüm takım arkadaşlarına ithaf ettiğini söyleyen Messi, “Guardiola bize topluca bir şeyler kazanamıyorsak, bireysel ödüller kazanmamız için de umut olamaz demişti. Bizim içimizde herhangi bir ödülden daha öte bir dostluk var” ifadeleriyle Barcelona’nın neden “bir kulüpten daha fazlası” olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.