Paylaş
Üzerinize afiyet ev taşımak gibi insanı silkeleyen bir işe giriştik. İşte, klasik olarak irili ufaklı koliler hazırlandı, artık görülmek istenmeyen eşyalarla vedalaşıldı, taşımak için yardımcı olacak arkadaşlar ayarlandı falan filan...
Öyle falan filan diye geçiştirdiğime bakmayın lütfen. Hakikaten zor iş bunlar. Ben özenle kolicikler oluşturmuşum. Onlar benim gözümde birer sanat eseri durumunda. Bir arkadaşımız; ‘‘benim kamyonla taşırız'' demiş, ama bunu öyle bir söylemiş ki sanırsın TIR'ı filan var. Tabii çıka çıka 'steyşınvagon'dan hallice bir şey çıktı kamyon dediği. Yani şöförün dışında bir kişi daha binince ancak bir çamaşır makinesiyle bir de ütü filan sığıyor araca. Eh, bu hesapla da toplam ikiyüzonyedi sefer filan yapmamız gerekiyor.
Baktık bu işler olmayacak böyle taşıma işine yardımcı olarak kadroya yazdığımız arkadaşlardan duruma direkt müdahale rica ettik. İki arkadaş da ‘‘benim bir arkadaş var ama...'' diye girdi konuya. Şimdi bu tür diyaloglarda 'ama' şu anlama geliyor: ''senin tahmininden fazla para ister.''
Konuk çağırıp siyaset meydanı düzenleyecek halimiz yok ‘‘bakın bakalım çaresine'' dedik tabii ki. Halinden, tavrından anladığım kadarıyla daha kıdemli olanı eğer arada kaçırdığım bir girişimi olmadıysa yirmisekiz telefon görüşmesi yaptıktan sonra ‘‘tamamdır abi'' dedi.
Ben, neredeyse tamamı ‘‘haa!, iyi iyi'' şeklinde gelişen bu telefon konuşmalarına pek güvenmesem de kendimi olayların gelişimine bırakıverdim.
Neyse uzatmayalım. Sevgili kolilerimi bana inanılmaz uzun gelen bir yolculuktan sonra yeni yuvacıklarına ulaştırdık. Bu arada öyle görüntüye sahip olmalıyım ki, taşındığım sokaktaki çocuklar beni görünce koşup annelerinin arkasına filan saklanıyorlar. Aldırmadım, tabii ki bütün eşyaları eve koyduktan sonra hiç bir şey olmamamış gibi (sinir uçlarım düğümlenmiş olsa da) dışarı çıkmaya karar verdim. Herşey daha kolilerde olduğu için de, ne haldeysem öylece vurdum kendimi yollara.
Dulcinea'nın kapısına varmadan hemen önce şöyle bir camda nasıl göründüğüme bakayım dedim. Öyle ya insan içine çıkacağız.
Arkadaşlar, Allah sizi inandırsın ben böyle korkunç bir yaratık görmedim. Bavul ticareti yapmak için Türkiye'ye gelen Rumen turistlere benziyordum. Yani, güzel İstanbul'a gelen ve gerek eski sistemin, gerek Beyazıt dericilerinin gadrine uğrayarak; yeşil, eflatun, pembe deriler giymiş romen turistlerle beraber ortalama bir kulübün kapısına dayansak, onları alırlar da beni almazlar içeri.
Yani ben öyle bir şey hatırlamıyorum da; sanırsın beni toza, talaşa, çimentoya yatırıp; her yerim rezil olana kadar yuvarlamışlar. Öyle zavallı görünüyorum.
Gururumuz da var ya; o dakika eve dönme kararı aldım. Ev dediğin, Paul Auster'ın, ‘‘Ay Sarayı''ndaki kolilerden mürekkep evden biraz hallice.
Ama ne yapacaksın işte.
Döndüm eve, müzik setini bağladım, bir de John Coltrane albümü koydum, yattım uyudum.
İyi geceler istanbul...
Paylaş