Paylaş
Eminim size de olmuştur.
Hani hiçbir yanlış hareket yapmamışken, tuhaf bir şekilde suçluluk duygusu hissetmeye başlarsınız.
Böyle kocaman bir sıkıntı içinize oturur ve kemir kemir kemirmeye başlar.
İşte sabah böyle bir tuhaf pişmanlıkla uyanmışım, kendimi analiz ediyorum.
Bendeki kayıtlara göre bir önceki gece efendi gibi eve gelip 1976 model bir Türk soft pornosu seyretmişim, sonra da zıbarıp yatmışım.
Ama içimdeki kuruntuya bakılırsa, sanki sabaha kadar bir kasa tekila içip, Taksim Meydanı'ndaki direklere tırmanmışım.
Topesto'ya telefon açıp sordum, ‘‘Belki de gecikmiş bir pişmanlığın istemdışı tezahürüdür bu dostum’’ dedi.
‘‘Hadi be!’’ deyip kapattım.
Riko'ya sordum, ‘‘Uyurazar olabilir misin acaba?’’ dedi.
Alakası yok güzel kardeşim.
Baktım bu ikisinden en azından akşamüstüne kadar makul insan davranışı beklememek lazım, klasik reçeteyi uygulamaya karar verdim.
Güzel film sıkıntı azaltır. Bu kesin.
Ben de kafadan Ang Lee'nin ‘‘Kaplan ve Ejderha’’sına yazıldım.
*
Film hakikaten kıyak.
Kral ve Ben'de (Anna and the King) oynamasını, açıkçası bir delikanlıya yakıştıramadığımız Chow Yun Fat'a, bir tür ‘‘kız karate filmi’’ de diyebileceğimiz bu filmde son bir şans tanıyacağımızı düşünmüştük.
Yine karara bağlayamadık durumunu.
Böyle hassas karateci tiplemesi dağ gibi Steven Seagal'i yedi bitirdi.
Şimdi filmlerde kol bacak kırarken arada durup durup çevre bilinci üzerine didaktik didaktik konuşuyor.
Bir de boynuna tuhaf boncuklar filan takmış... Yazık!
Bu Chow Yun Fat'ın sonu da öyle gözüküyor sanki.
Oysa John Woo'yla çalıştığı zamanlar ne güzeldi babanın...
Neyse, film bitti.
Ben bir ara, filmden çıkan kadınlar gaza gelip birbirlerine girişirler filan diye umutlandım.
Ama olmadı böyle bir şey.
Oysa Pangaltı'daki Tan Sineması'nın dili olsa da konuşsa.
Film çıkışlarında ne figürler yapılırdı...
*
Film sıkıntıyı kesmedi.
Yine Riko'yu aradım.
Telefonu açar açmaz, ‘‘Sence ben fiziğine ve kültürüne güvenilir biri miyim?’’ gibi tahrip gücü yüksek bir soru sordu.
Belli ki saçmalıyor.
‘‘Ne o spikerlik teklifi mi var’’ diye geçiştireyim dedim.
Hayır efendim, sadece televizyonda duymuş ‘‘fiziğine ve kültürüne güvenen’’ lafını ve cümle içinde kullanmak istemiş.
Ben size söylüyorum, hakikaten hasta bir insan bu.
‘‘Ne yapıyorsun sen usta şimdi?’’ dedim.
‘‘Belli bir olaya odaklanmış değilim’’ diye cevap verdi.
‘‘Ben sıkılıyorum’’ dedim.
‘‘Ocakbaşına gidelim’’ dedi.
‘‘Olur’’ dedim.
*
Topesto'yu aradım. O da ‘‘İyi gelirim. Zaten İbnü'l- Cevzi'nin 'Ahmak ve Dalgınlar Kitabı'nı okuyorum, sizin sayenizde saha araştırması da yapmış olurum’’ dedi.
Terbiyesiz insan...
Uzatmayalım, buluştuk.
Riko, saygın göbeği ile taksiye binerken ‘‘Baba benim rejim yapmam lazım ya!’’ dedi.
Topesto'yla benim işkembe kapasitemiz belli.
Fakat Riko ciddi yer.
Ve dikkatinizi çekerim, adam ocakbaşına giderken ‘‘Rejim yapmam lazım’’ diyor.
Olay yerine vardık ve sebilhane maşrapası gibi dizildik ocakbaşına.
Bir anda ortalık Papua Yeni Gine'deki et yeme bayramlarına döndü.
Hani buradaki yerliler böyle uzun bir süre et yemeyip yemeyip sonra savaş çıkarırlarmış da, sonra da savaştan galip çıkan taraf, ganimet olarak ele geçirdiği hayvanların hepsini birden yermiş...
İşte böyle bir vaziyet. Son derece grotesk!
Her ocakbaşı aleminden sonra üç ay filan vejetarjenlik andı içiyoruz.
Bu kadar fena bir manzara yani.
Yemek bittikten sonra fark ettim ki, o tuhaf duygu gitmiş, yerine acayip bir ağırlık gelmiş.
Viktor Levi Şarapevi'nden arakladığım bir lafı deforme ederek yüksek sesle tekrarladım: ‘‘Hayatın dertleri zehir, birbuçuk Adana panzehir...’’
Topesto sadece ‘‘Öyle tabii canım, öyle’’ dedi.
Paylaş