Paylaş
Fikret Ağabey partinin adını “Deer Night/ Geyik Gecesi” koymuş.
Salı akşamı Nişantaşı’nda buluşulacak, içilip matrak muhabbet yapılacak.
Hürriyet’in barındaki köşe masanın genişletilmiş versiyonu yani. Fiko Baba bayilik verdiği arkadaşlarla buluşup geyiği içselleştirmemizi sağlayacak demek ki.
Gitmem mi? Tabii giderim.
Zaten anladığım kadarıyla Gökler Hakimi Uğur Cebeci’yle yıllardır koşturdukları geyik sürülerine göz kulak olmayı öğrensin diye Fatih Çekirge’yi de kendilerine yancı yazmışlar.
Gazeteye son uğradığımda “Özkök/Ercan/Cebeci”nin “Artos/Portos/Aramis” benzeri kadrolaşmalarına Çekirge’nin Dartanyan açılımıyla yaklaştığını sezdim.
Zaten Uğur “The Kokpit” Cebeci ile Çekirge aynı binaya taşınmışlar.
Kah kah, keh keh bütün gece binanın yöneticisinden başlayıp bir panter ve bir tanga arasında geçen fakat tam olarak anlamadığım bir hikâyeye kadar gittiler.
Panter kim? Tanga mı giymiş? Olay Avusturya’da mı geçiyor? Hiçbir şey anlamadım.
Salı akşamı anlarsam, anlatırım.
* * *
Şimdi gelelim bu davetin mantık ayarlarıma su kaçıran iki noktasına.
Birinci nokta davetlilerin tamamının erkek olması.
Mister Spock’ın Turist Ömer Uzay Yolu’nda filminde Sadri Alışık’a ısrarla vurguladığı gibi “Ama bu mantıksız!”
Gelecek kadroyu üç aşağı beş yukarı tahmin ediyorum. Bu kadro Nişantaşı’nda erkek erkeğe geyik yapacaksa eğer; çıkışta geyikleri bırakın kurtları kurtarın derim ben!
İkinci nokta ise Fikret Ağabey’den çok benim başımı ağrıtacak.
Olay şöyle gelişecek. Nesrin Ercan (Fikret Ağabey’in süper eşi), ilk karşılaşmamızda çantasına davranacak ve bu gecenin davetiyesini çıkarttıktan sonra “Eğil Kanatçığım!” diyecek.
Eğileceğim ve Nesrin Abla davetiyeyle kafama vurup “Bunlarda çevre bilinci yoktur Kanat! Ben sana güvenirdim. Bu davetiyenin kalınlığı ne böyle? Yazık değil mi ağaçlara...”
Yaktın beni Fikret Ercan, gecenin sonunda hesabı ya sana yıkarım ya Özkök’e; şimdiden haberin ola.
Boynuzlarımı titreterek geyik selamı verir, olay mahallinden hızla uzaklaşırım.
Hava Ludlum, Le Carre, Green havası
CASUSLUK haberleri uçuşuyor havada.
Hayat Robert Ludlum romanı tadında akıyor.
Romanlarda iyi güzel; severek, aşkla okuduk da...
Gerçek hayat can sıkıyor. John Le Carre estetiği gidiyor; Nicolai, Ludendorff, Goebbels, Hess’in ruhları beliriyor karanlıkta.
Bu sıkıntılara çare olsun diye çivi çiviyi söker esasından hareketle casus romanlarına yüklenme zamanıdır.
Havalar da uygun. Gelsin Le Carre, Graham Green, Tom Clancy o zaman...
Paylaş