Paylaş
FİLM Festivali, olanca ağırlığıyla İstiklal Caddesi'ne hakim oldu. Cumartesi günü, caddede yürüyen insanların tipleri bile değişmişti. Yani tabii ki olacak şey değil, insanın tipi değişmez de, başka insanlar gelmişti demek istiyorum.
Her sene böyle oluyor zaten. Beyoğlu'nu geçmişten kalan bir düşünceyle nifak yuvası olarak gören sıhhatli ve temiz insanlar, iki haftalığına sinema tatiline geliyorlar. Geldiklerinde görüyorlar ki; Beyoğlu güzel bir yer, gelmeye devam ediyorlar. Gelsinler, aferin.
Ben festivalin ilk günü iki vizyon filmi yaparak (Hayalet Süvari ve Stigmata), film olayını profesyonel anlamda ele alan arkadaşların deyişiyle; ‘‘Öze aykırı bir duruş sergiledim.’’
‘‘Ama ben de bugün iki film yaptım’’ filan demeyi planladım bir ara ama baktım çok kararlılar, sustum.
İki filme de Fitaş'ta gittim. Bilenler bilir, Fitaş'ın çıkışı arka sokağa. Neyse işte, tam ‘‘Hayalet Süvari’’den çıktım, böyle gözümün önünde h*al*a kelleler filan yuvarlanıyor, midemin ezildiğini hissettim. Acıkmışım. Baktım hemen orada Parsifal duruyor.
Parsifal, vejetaryenler için. Ama radikal bir vejetaryen ortam değil. Yani ot var, makarna var, soya kıymalı yemekler var -ki hiç almayayım- bir de tavuk var. Sadece kırmızı ete karşılar. Ben değilim ama mönüdeki diğer şeylere de karşı olmadığımdan oturdum birşeyler söyledim.
Yemek geldi tam gözü dönmüş şekilde ilk lokmayı hazırlıyordum, gözüm sokağın karşı tarafına takıldı. Adamlar nasıl iştahla kebap götürüyor. Hafif bir pişmanlık duymadım dersem yalan olur. Hemen önüme döndüm, tabağa konsantre oldum ve kendimi ‘‘Aslında bu bir Adana, bu bir beyti, bu bir çöp şiş’’ diye şartlandırarak yemeğimi bitirdim.
Yemekten sonra yolun karşı tarafına bakmayarak ve ıslık filan çalarak hemen arkadan İmam Adnan Sokak'a yöneldim. Stigmata öncesi bir kahve içerim diye düşünüyorum.
Kaktüs’ten içeri girdim, CNN Türk'ten bir arkadaş orada öyle düşünceli düşünceli oturuyor. Aslında düşünceli denmez ona. Basbayağı dayak yemiş gibi duruyor zavallı.
Gittim yanına oturdum. ‘‘Hayrola, n'oldu sana. Hangi hain seni bu hale getirdi’’ dedim. Önce bir yutkundu. Sonra hafif kavruk bir şekilde, böyle bilyeleri alınmış çocuk gibi bakarak (Bu arada uzaklara bakmaya çalıştı ama Kaktüs'ün boyutları belli. En uzak bakacağın yer, bilemedin 4 metre 25 santim filan) ‘‘Yusuf yaptı’’ dedi.
Şöyle, zekam el verdiğince bir isim taraması yaptım, Yusuf diye biri hayatımda en son ilkokuldayken olmuştu. Yani ortak geçmişimizde Yusuf diye biri yok. Müşfik bir ses tonuyla ‘‘Hangi Yusuf?’’ dedim. ‘‘Yusuf, Yusuf Şahin’’ dedi.
Diyalog girişimini diri tutmak amacıyla, sabrımı zorlamak pahasına son sorumu yönelttim: ‘‘Kim o?’’
Yönetmenmiş. Geç de olsa olaya uyandım. Festivalin ilk kurbanıyla karşı karşıyaydım. Ona bunun normal olduğunu acı tecrübelerim ışığında anlattım. ‘‘Daha önünde uzun bir zaman var. Ne kadar güzel filmler, ne kadar iyi yönetmenler tanıyacaksın’’ filan dedim. Biraz kendine gelmiş bir şekilde ‘‘Sen nereden geliyorsun’’ dedi. Yazık, özenmesin diye ‘‘Hayalet Süvari’’den çıktığımı söylemedim. Aklıma yalan da gelmedi, ‘‘Damacana sektörüyle tanışma toplantım vardı’’ dedim.
Aslında yalan değil. Cumartesi gününe damacana sektörüyle tanışarak başladım. Ama olay anlatamayacağım kadar acıklı. Yani ‘‘damacanacının’’ yaptığı işi nasıl ayrıntılı anlattığını buraya aktarmaya kalksam, ayrı bir ilave oluşturmamız gerekir. Aman neyse, geçelim bunları.
Ya Orhan baba gelirse!
İkinci filmden sonra, Safran'a uğramam gerekti. Bir arkadaşı bulmaya çalışacağım. Ama Safran'da hafta sonları birini bulmaya çalışmak, başlı başına bir olay. Oynayan insanlar artık barı filan aşmış, vestiyere kadar uzanıyor. Kapıdan girdiğin andan itibaren oynayan insanları rahatsız etmek zorundasın. Bu da kötü bir şey.
Mesela arkadaşın biri bütün zincirlerini kırmış, ruhunun derinliklerinden gelen ‘‘Oyna!’’ komutuna ‘‘Emredersin sahip’’ demiş vaziyette hayatının dansını yapıyor.
Şimdi, pardon dediğini duymuyor bir kere. Omzuna dokunayım desen, sürekli hareket halinde. Omzuna dokunayım derken elin ağzına girebilir. Bu da hoş değil, en azından hijyenik değil.
Bir ara, Safran'a palayla girmek fantazisi bile kurdum. Neyse güç bela bara kadar ulaştım. Baktım aradığım kişi yok. Yine aynı mücadeleye girmeden önce bir bira içip soluklanayım dedim. Barın kenarında kaloriferle bar arasındaki küçük bölgeye sığındım ve etrafı izlemeye başladım. Altan memleket sınırlarını aşmış bir dj. Koy Buddha Bar'a çalsın. Dans edenler tuhaf bir ayinde gibi. Ama belli ki çok eğleniyorlar.
Bir tek Orhan Gencebay çalarken korktum. Hani Baba içeri girse, şöyle sert yapıp etrafı bir kesse ve ‘‘Ben siz dingildeyin diye mi yaptım bu şarkıyı’’ deyip, hedef gözetmeksizin iki tokat patlatsa, arada benim de gitme ihtimalim var. Ama Orhan Gencebay'la Gazete Pazar'a yazdığı dönemde tanışmış biri olarak bu ihtimali tamamen kafamdan sildim. Dünyanın en hoşgörülü insanlarından biri. Yapmaz öyle şey.
İçim rahatladı, yüzümü salak bir gülümseme kapladı. Bu arada bira da bitti ve yine aynı zorlu hareketlerle kapıya ulaştım.
Üstümü başımı düzelttim, kendi kendime ‘‘24.00'te Magnolia'da yapsam mı acaba. Hat trick yakışır’’ diye söylendim... Sonra vazgeçip, gündüz tarifesi açması garanti tanıdık bir taksici buldum. Geyiğin belini kıra kıra evin yolunu tuttum. Olay bundan ibaret.
Paylaş