Biyolojik saatimi NBA maçlarına göre ayarlamış, mutlu mesut yaşıyordum. Ama maç Altın Küre ödülleriyle çakışınca işler karıştı
Lokavt bitti, canımızın içi NBA başladı; yaklaşık bir ay kadar önce. Saat kurup uyanmaca, hazırlanan kahveyi uykusuzluğun etkisiyle fincan yerine mutfak tezgahına boşaltmaca, kedilere “Bakın bu bizim takım New York Knicks; gün yüzü göstermez adama fakat severiz” nutukları çekmece başladı. Şikayetim var mı? Tabiii ki hayır! Aslında dostum Kaan Kural’ı dinleyip bir ‘NBA League Pass’ alıp istediğim zaman istediğim maçı seyretmek daha akıllıca olabilir ama illa maçı oynanırken seyredeceğim. Bünyenin ‘gündüz insan gece basket manyağı’ ayarlarına uyum sağladığı şu dönemde bir kapı da Avustralya’dan açıldı. Sabaha daha yakın olduğumuz saatlerde başlayan Avustralya Açık maçları şu sıralar NBA’den biraz rol çalıyor açıkçası. Fakat nedir, aşkla sevdiğimiz tenis turnuvası biter, yine NBA’e döneriz. Hem zap marifetiyle ikisinin de kendimce hakkını vermeyi başarıyorum. PEMBE PANTER KAÇMAZ Ancak Altın Küre’nin yayınlandığı gece işler biraz karıştı. Bir tarafta en kralından tenis, bir tarafta NBA, bir tarafta Ricky Gervais’li Altın Küre olunca sabaha karşı bir ‘alternatif prime-time’ veya ‘paralel prime-time’ ortamına ışınlanmış oldum. Bir üçlük, bir ödül heykelciği, bir kesme vuruş... Bir smaç, bir Meltem Cumbul, bir ‘ace’... Bir Nash, bir Ricky Gervais, bir Wozniacki... Alternatif prime-time’da hızımı ve dengemi tutturmuş giderken hayat her zaman olduğu gibi çalışmadığım yerden gelmeyi başardı ve zap sırasında ‘denk geldiğimde muhakkak seyrettiğim filmler’ kontenjanından bir adet ‘Pembe Panter’e yakalandım. Baktım işler sarpa sarıyor, acil bir seçim yapmam gerektiğini anladım. Ama bunu anlamam seçim yapmamı kolaylaştırmıyor. Bir süre Peter Sellers’a gülerek düşündükten sonra “Bu prime-time beni aşar abi” şeklinde radikal bir karar aldım ve televizyonu kapattım. Peki televizyonu kapattıktan sonra uyudum mu? DGMSF LİSTESİ Hayır, oturup ‘denk geldiğimde muhakkak seyrettiğim filmler listesi’ (dgmsfl) yaptım. Bu hadiseye, yani ‘degemesefele’ye, en iyi örnekler ‘Hababam Sınıfı’, ‘Şekerpare’ ve bazı Kemal Sunal filmleridir. Arzu Film yapımları arasında ayırım yapmıyorum zaten. Ne zaman görsem, o anda ne işle uğraşıyorsam bıraktığım ve yakaladığım yerden seyrettiğim filmler işte, konsepti siz de biliyorsunuz. Bir süre önce Kevin Costner’ın oynadığı ve benim “Iyh!” demeden seyredebildiğim tek film olan ‘Dokunulmazlar’a denk geldiğimde yaptığım iş buydu mesela; okuduğum kitabı, beklediğim futbol maçını filan unutup direkt filme yatay geçiş (kanepenin güzellikleri) yapmıştım. Başka hangi filmler için yaparım bunu? Liste esasında çok uzun ama mesela ‘True Romance’ başladığında akan sular durur, suyun akıp akmadığı filan da umrumda olmaz. ‘True Romance’da Tarantino’nun parmağı (senaryo) vardır; arkadaşın ‘Rezervuar Köpekleri’ni düzenli olarak yıllardır seyretmeme rağmen, televizyonda görsem (dublaj olmayacak ama) yine takılırım. ‘Baba’lardan ilk ikisini peşi sıra üçer tur seyrettirsinler, gıkım çıkmaz. Hayatımın filmini seçmem için baskı uygulansa büyük ihtimal ‘Big Lebowski’de karar kılarım. ‘Issız ada’da sinema ortamı yaratıp sadece ‘Dude’u seyrederek ömrümü nihayete erdiririm, zerre de sıkılmam. Coen Biraderler’in başka güzellikleri için de benzer bir durum söz konusudur zaten... Star Wars yakar gönlümü, Indiana Jones’un ilk iki filmi de öyle. Scorsese’den sevdiğim film çoktur ama niyeyse After Hours’un yeri daha bir ayrıdır. Kubrick ve Fellini, Kurosawa ve mesela Jean-Pierre Melville grip gibi, sezonsal şekilde girer hayatıma. Bir filmlerine denk geldiğimde zincirleme şekilde diğer filmlerini de seyredip turumu tamamlamadan rahat edemem. Örnek olarak Melville’den ‘Le Samourai’a mı denk gelindi, ‘Le Cercle Rouge’ da seyredilecek ‘Un Flic’ de, ‘Le Doulos’ da... Neyse lafı uzattım, anladınız siz hadiseyi; şimdi Avustralya Açık’ta güzel maç başlıyor. Alternatif prime-time kuşağına geçiş yapmalıyım...