Paylaş
“Mevlana’nın filmi çekilecekmiş o oynayacak, bu oynayacakmış...”Ama ne hikmetse adam gibi bir tek Atatürk ya da Mevlana filmi yapılmaz, yapılamaz... Oysa dünya çapında en çok tanınan isimlerindendir Türkiye’nin; Atatürk ve Mevlana...
Dünyanın en pahalı filmleri listesinde 2. sırayı alan ‘Spiderman 3’ için 250 milyon dolar harcandığı düşünülürse uluslararası düzeyde bir Mevlana filmi için 100 - 150 milyon dolarlık bir bütçe yaratılamaz mı?
Drogba’ya, Quaresma’ya, Sneijder’e milyonlarca dolar ödeyen ülkeden bu para çıkmaz mı?
“Mevlana bir din adamı, bir filozof... Film, onun hakkında yazılan kitaplar kadar iş yapmaz” diye düşünen varsa da onlara bir iki tüyo vermek boynumuzun borcu...
Mevlana’nın yaşadığı dönemde; Anadolu’da Selçuklu hükümdarlığı vardı ve babasını zehirletip öldüren Gıyaseddin Keyhüsrev tahtta oturmaktaydı.
O yıllarda Moğol istilası yüzünden kan gölüne dönen bu coğrafyada çıkacak olan entrikaları düşünün... Hele Mevlana’nın haksız yere Moğol ajanı olarak suçlandığı göz önüne alınırsa...
Aşk ve heyecan mı istiyorsunuz? Alın size Kimya Hatun... Fazla uzağa gitmeye gerek yok; onun için Ahmet Ümit’in Bab-ı Esrar’ını veya Elif Şafak’ın Aşk’ını şöyle bir karıştırmanız yeter.
Kimya Hatun, Mevlana’nın manevi kızıdır ve sonradan kendisinden yaşça çok büyük olan Şems ile evlendirilecektir. Ümit’in kitabında; Mevlana’nın küçük oğlu Alaeddin Çelebi ile aşk yaşayan Kimya Hatun’un Şems tarafından boynu kırılarak öldürüldüğü, sonra da genç adamın 7 arkadaşı ile birlikte Şems’i bıçaklayıp bir kuyuya attığı iddia edilir.
Elif Şafak’a göre ise Alaeddin’in Kimya’ya olan aşkı platonik olmaktan öteye gitmemiştir.
Bu kadarı bile bir senaryo için yeterli değil mi?
Demem o ki; Mevlana’nın öyküsünden heyecan, aşk ve gerilim dolu dört dörtlük tarihi bir film çıkabilir.
Bir de bunun içine onun hayata bakışını ve yüzyıllar öncesinden bugün bile geçerli olan yorumlarını katarsanız, tadından yenmez olur.
Bizde olmuyor ne yazık ki... Harvard ve MIT gibi üniversitelerde bile okutulan, dünyanın hayran kaldığı Mevlana’yı, kendi değerimiz ve markamız olarak taçlandırmak için 100 milyon doları bir türlü bir araya getiremeyiz; onun yerine elin futbolcularına milyonlar harcayarak nedense sanat yerine hep yeşil sahalardan medet umarız.
Eminim yaşasaydı, bütün bunlar Mevlana’nın umurunda bile olmazdı ama yükselen İran sineması yarın bir Mevlana filmi çekerse üzülen biz olmayalım.
BEN OLSAM yazılarını okumadığım insanlar için yazı yazmazdım...
Selvi Boylum Al Yazmalım’ın vefası
Sevgi emektir diyordu Asya filmin sonunda aşık olduğu İlyas’ın yerine çocuğunun “baba” dediği Cemşit’i kendine eş olarak seçerken...
O unutulmaz ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’dan söz ettiğimi anlamışsınızdır.
Sonra da Can Yücel; “Sevgi emekmiş, emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş” demiş ama konumuz Can Baba değil Cengiz Aytmatov...
Aytmatov’un dünyanın en güzel aşk hikayelerinden biri olan ‘Cemile’sinden uyarlanan Selvi Boylum, Türkan Şoray’ın ününü olgunluk döneminde bir kez daha pekiştiren bir film olmuştu.
Sözü fazla uzatmayalım konuya dalalım hemen...
Efendim, Aytmatov’un oğlu Kırgızistan eski Dışişleri Bakanı Askar Aytmatov’un önderliğinde 13-16 Kasım tarihleri arasında ünlü yazar onuruna Issık Gölü yakınında bir forum düzenlenecekmiş.
Geçen hafta sonu da İstanbul’da bir yemek daveti verilmiş Aytmatov anısına. Bu iki etkinliğin davetlilerinden biri de doğal olarak Türkan Şoray’dı.
Ama Sultan ‘daha önemli işleri’ olduğunu belirterek ‘davetlere icabet edemeyeceğini’ bildirmiş. Daha doğrusu ben bu satırları yazana kadar durum böyleydi.
Merak ettiğim şu; pek çok galaya, açılışa, festivale ‘icabet eden’ Türkan Hanım neden gitmeyi kabul etmedi Aytmatov’un anısına yapılan bu etkinliklere?
“Bu filmin o denli sevilmesinde herkesten çok Aytmatov’un katkısı vardır” dediğini ne çabuk unuttu.
Umarım çok sıkı bir mazereti vardır Şoray’ın...
Yoksa ‘sevgi’ ve ‘emek’ sözcüklerini unuttuğu anlamına gelir ki; bu da gönüllerimizin sultanına hiç mi hiç yakışmaz.
Zeki Müren Drag Queen mi
Bodrum Bodrum... Biraz deniz, biraz uyku, bütün isteğim buydu...
Sevgili Mazhar Abimiz...
Gözlerinden öper selam ederim ama ne yazık ki, senin 1970’li yıllarının Bodrum’unda özlediğin o muhteşem tembelliğin yerinde yeller esiyor artık.
Türkiye’nin ‘doğululuğunu’ kaybetmemiş ‘Cote d’Azur’u olmuş Bodrum. Vallahi ben söylemiyorum; Vanity Fair Dergisi’nin yalancısıyım.
Kasım sayısında 4 sayfa ayırmışlar Bodrum’a; bak neler, yazmışlar neler.
Adamlar batılı tabii, egzotizm onlar için çok cazip olduğundan ilk tespitleri şöyle; “Ezan sesiyle, Lana del Rey şarkılarına benzer melodilerin karıştığı büyülü bir ortam... Kate Moss, Chelsea Clinton, Milla Jovovich, Roman Abramovich burayı boşuna mesken tutmamışlar”
Her ne kadar o topraklara en bakir zamanlarında sahip çıkan Halikarnas Balıkçısı’nı da es geçmemişlerse de adamların gözü onun bunun yatında, parasında gibi geldi biraz bana...
‘Türkiye’nin en zengin insanı’ diye söz ettikleri Ferit Şahenk’in Bodrum’daki yatırımlarını anlatmış; Mustafa Koç’un yatını ‘mütevazı ama çok şık’ diye tanımlamışlar.
Bu arada Zeki Müren Müzesi’ni de ziyaret etmeyi unutmamışlar ama beni en çok şaşırtan sanat güneşimizden ‘Drag Queen’ ve şantöz olarak bahsetmeleri...
Hadi söz konusu olan Huysuz Virjin olsa biraz iler tutar tarafı olacak bu benzetmenin...
Suç elin yabancı muhabirinde değil elbet. Ona Bodrum’u anlatırken Zeki Müren’i Drag Queen olarak tanıtan ama kendini Şahenk ve Koç’un muhasebecisi sanan ‘yaratıcı’ hayal gücünde...
Ah Mazhar abi ah...
Biraz deniz, biraz uyku, biraz duygu ha? Ömürsün valla!
Paylaş