Paylaş
Otomatik vitesten manuele geçişim pek kolay olmadı ama adeta toplumun tansiyon aleti görevini yapan taksilerde, insanların ruhuna daha yakından dokunabileceğimden emindim. Nur içinde yatsın Ecevit’in meşhur kasketi ve takma bıyığımla tebdil-i kıyafet işlemini tamamlayıp attım kendimi yollara... Şirazlı Sadi haklıydı, semt semt dolaştığım İstanbul sokaklarında ilk gözen çarpan şey, bizim diyarda da dertsiz kimseciklerin kalmadığıydı. Kimisinin aklı seçimdeydi, kimisinin geçimde... Arabaya binenlerle, taksimetreyi açar açmaz “İyi bayramlar” diye başladığımız muhabbet, birkaç dakika sonra genellikle “Ne olacak bu memleketin hali?” sorusuna cevap arar duruma geldi. Direksiyon salladığım iki gün boyunca şahit olduğum konuşmalar, Ali Kırca’nın efsane “Siyaset Meydanı”na taş çıkaracak cinstendi. Buyrun efendim işte İstanbul’un bayramdaki halet-i ruhiyesinden insan manzaraları...
“Olsun deminiz, olmasın gamınız,
hayra dönsün serencamınız...”
MELAHAT HANIM (72 yaşında emekli tarih öğretmeni)
“AH BE ÇOCUK, HİÇBİR ŞEYİN ESKİ TADI KALMADI”
“Bismillah” deyip kontağı çevirdikten sonra Kurtuluş ışıklarda aldığım ilk müşterim; bayramlık şık tayyörü ve başörtüsüyle, adeta 70’li yılların Yeşilçam filmlerinden fırlamış, dünya tatlısı bir babaanneydi.
“İstikamet nereye teyzeciğim” diye sorunca “Fındıkzade’ye evladım, gelinimle torunlarımı ziyaret edeceğim” dedi ve devam etti: “Bayramlar da değişti. Eskiden onlar elimi öpmeye gelirdi, şimdi el öptürmeye biz gider olduk kerataların ayaklarına...
Olsun buna da çok şükür, en azından elalemin çocukları gibi bayramı fırsat bilip, tatil için İstanbul’u terk etmediler.”
Emekli tarih öğretmeni olduğunu öğrendiğim, doğma büyüme Kurtuluşlu olan İstanbul hanımefendisine, günün geleneksel sorusunu sordum; “Hocam ne olacak bu memleketin hali?”
Tek kaşını kaldırıp; “Bak evladım biz Cumhuriyet kuşağıyız, hoca camide olur ben öğretmenim, bu bir! Keşke şimdikiler de hocayla öğretmen arasındaki farkı anlamış olsalardı, o zaman belki de bunlar hiç yaşanmazdı, bu da iki! Bak koca adam olmuşsun sen bile farkında değilsin.”
Onun da birçoğumuz gibi söyleyemediklerini içine attığı her halinden belliydi. Susup, bu şahane Cumhuriyet kadınının sözünü hiç kesmeden dinlemeye devam ettim:
“Her şeyi bir kenara bırak, bu ülkeyi kuran Atatürk’ün kıymetini bile bilmeyip, hatırasına saygısızlık ediyorlar. Okullarda çocuklara bu büyük adamı doğru düzgün öğretmiyorlar.
Meslek lisesi deyip, her yere birer imam hatip açtılar. Yanlış anlama itirazım bu kadarına ihtiyacımızın olup olmadığına...
Maalesef ki Cumhuriyet’in değerini bilmeyen kuşaklar yetişiyor.
Artık benden geçti ama torunlarımın geleceği için çok endişeliyim. Zaten etrafına bir kere baksan ne demek istediğimi anlarsın! İstanbul, Suriyeli dilenciler ve kara çarşaflı Arap turistlerden geçilmez oldu.
Bizim gençliğimizde, tam bir Avrupa şehri olan İstanbul’da böyle şeylerin esamesi okunmazdı. Hangi akla hizmet son hızla batıya doğru giden bu trenin rotasını bir anda doğuya çevirdiler, bir türlü anlam veremiyorum!
Ben ve benim gibi düşünenlerin eli kolu bağlı, hiçbir şey yapamıyoruz. İnan ki kendim için değil, bu güzel ülkenin geleceği için çok korkuyorum.”
İster istemez ağzımdan “Yapmayın be öğretmenim, hiç mi umut yok” cümlesi çıktı.
Verdiği cevap zekama resmen tur bindirmişti: “Olmaz olur mu oğlum, bayramdan bayrama da olsa trafik çilesi çekmeden istediğimiz her yere gidebiliyoruz.” Ve ekledi: “Hoş sana vereceğim bu para, bir zamanlar evimin üç günlük erzak masrafına denk ya neyse...”
İşte Melahat Hanım böyle söylene söylene indi taksiden...
(20’li yaşlardaki, bayramlık lacilerini çekmiş iki arkadaş)
“BİZ BU ŞAVAŞTAN DA TERÖRDEN DE ÇOK ÇEKTİK”
Meşhur Ali Baba Nargile’nin önünden aldığım iki genç, üzerlerine bayramlık lacilerini çekmiş, aralarında hararetli bir şekilde Kürtçe konuşuyorlardı. Bıyıklı olan cümlesini bitirip, “Taksim Meydanı’na abi” dedi...
Bir saniyelik suskunluklarını fırsat bilip, klasik soruyu onlara da yönelttim. Vodafone Arena’nın yanından sola kıvrılırken, başladılar anlatmaya:
“Çözüm süreci dediler, barış gelecek dediler ama hâlâ sapır sapır adam ölüyor. 7 Haziran’dan sonra ne olduysa, bir anda bizim oralara yine bombalar yağmaya başladı. Bu ülkenin vatandaşı olmaktan bir şikayetimiz yoktur. Ama televizyonlarda Cizre’nin halini görmedin mi; kurşun atılmamış ne araba ne bina kaldı. Millet günlerce cenazelerini defnedemedi. Olacak iş değil!”
“Memleket neresi arkadaş?” diye sordum. “Aslen Mardinliyiz ama doğma büyüme İstanbulluyum abi. Biz bu savaştan da, terörden de çok çektik. Hepimiz Selahattin Demirtaş ve 80 arkadaşı meclise girince umutlandık.
İki tarafın da tek amacı Demirtaş’ı devre dışı bırakmak. Ama bu işi çözecek tek kişinin Demirtaş olduğunu unutuyorlar. Hepimiz aynı gemideyiz, batarsak hep beraber batacağız, bunu görmüyorlar mı anlamadım ki!”
Derin bir sessizlik oldu. Suskunluğu “Ben daha bir sürü şey söylerim de, değişen ne olacak” der gibiydi. Tek kelime etmeden, Taşkışla’nın yanındaki yokuştan çıkıp Taksim Meydanı’na vardık. Vedalaşmamız da sessizdi!
YUSUF BEY (40’lı yaşlarda, elektrik malzemeleri satan dükkan sahibi)
“ALLAH TAYYİP ERDOĞAN’I BAŞIMIZDAN EKSİK ETMESİN”
Fatih civarındaki 15-20 dakikalık boş turun ardından tam Aksaray’daki bir zamanların Bizans kilisesinden camiye dönüştürüldüğünü bildiğim Molla Fenari İsa’nın önünden geçiyordum ki, bir çiftin bana doğru eliyle işaret ettiğini fark ettim. Yanındaki çarşaflı eşiyle birlikte araca binen oldukça uzun sakallı beyefendi, ne tarafa diye sorunca “Hayırlı bayramlar, Cevizlibağ tarafına kardeşim” dedi. Bir zamanlar Kemal Ilıcak’ın sahibi olduğu efsane Tercüman gazetesine doğru kırdım direksiyonu. Hiç vakit kaybetmeden “İyi bayramlar, akraba ziyareti galiba” diye sordum. Konuşmaya pek de hevesli olmayan bey, kibar bir şekilde “Allah kabul ederse kurbanımızı kestik, şimdi de hanımın ailesini ziyarete gidiyoruz” diye cevap verdi.
Sıra, taksici-terapist şoför İzzet’in popüler sorusuna gelmişti. “Ne olacak bu memleketin hali abi” cümlesi sanki dilini çözüvermişti. O pek konuşmaya istekli olmayan adam gitmiş, yerine kameralara basın açıklaması yapan taze milletvekili aday adayı gelmişti.
Başladı heyecanla anlatmaya. “Hamd-
olsun bugünleri de gördük. İlk defa dünyaya kafa tutan bir liderimiz var, daha ne olsun! O olmasaydı bu 2,5 milyon Suriyeli Müslüman kardeşimizin hali niceydi. Allah ona zeval vermesin. Elin gavuru sınırına dikenli tel çekmekle kalmadı, üstüne bir de jilet bağladı. Allah Tayyip Bey’den razı olsun, biz din kardeşlerimize kapılarımızı sonuna kadar açtık. İnşallah 1 Kasım seçimlerinde AK Parti yine birinci çıkıp, tek başına iktidar olacak.”
“Hayırlısı olsun ama 7 Haziran seçimlerinde sandıktan koalisyon çıktı” diye lafa girecek oldum... “Zaten bu ülke ne çektiyse, koalisyonlardan çekti. Bizim istikrar için güçlü bir lider, tek parti iktidarı ve başkanlık sistemine ihtiyacımız var. Memleketin üzerinde büyük oyunlar oynanıyor arkadaş. Sen taksici esnafısın, arabana çeşit çeşit insan biniyor, eminim hepsiyle konuşuyorsundur. Çoğu benim gibi düşünmüyor mu?”
Dikiz aynasından bakıp, içimden “müşteri velinimettir” diyerek kafamı salladım. Tam o sırada “Şöyle müsait bir yerde inelim” dediler.
Gıcır gıcır bir 200’lük uzattı. Sonunda o soruyu sorma sırası bendeydi; “Abi bozuk yok mu ya?” Taksimetre 18 lira yazmıştı. “20 al, üstünü ver kardeşim” dedi. Helalleşip ayrıldık.
TİKİCAN NAZ SU (En çok “Off bu dünyada beni kimse anlamıyor” denilen yaşlarda...)
“KİRALIK AŞK’IN ÖMER’İNİN O ISLAK DUDAKLARINI VAR YA...”
Kafamda deli sorular, Topağacı Ihlamur Yokuşu’ndan yukarı doğru ilerlerken süper minisiyle adeta moda dergilerinin kapağından fırlamış genç kız, son derece zarif bir el hareketiyle durdurdu beni.
Benimki taksi değil, sanki paralel evrenler arasında seyahat etmemi sağlayan bir uzay aracıydı. Yeni kültür şokum özenle yükleniyordu. Hanım kızımız “Teşvikiye” dediğinde radyoda Livaneli’nin “Uyu Memik Oğlan Uyu” şarkısı çalıyordu.
Valla ben çok severim ama genç kız “Ya daha hareketli bir şeyler açsanız olmaz mı” diye kibarca rica edince, bir yandan frekansı değiştirip, dikiz aynasından da beğenip beğenmediğini anlamaya çalıştım. DJ “Sırada benim de zevkle izlediğim, çok beğenilen dizinin şarkısı var. Aydilge söylüyor, Kiralık Aşk” dediğinde bizimki borsada hisse senetleri tavan yapmış broker edasıyla “Ay bu kalabilir mi lütfen” diye beni durdurup, başladı şarkıyı mırıldanmaya...
“İzliyor musun Kiralık Aşk’ı” diye sordum. “Seyretmez olur muyum! Ömer’in dudakları nedir öyle, yıkılıyor... Bayılıyorum ya, bir de ıslatmıyor mu o dudaklarını offf yaaaa!”
Keşke sormaz olaydım, yol boyunca Kiralık Aşk’ın Ömer’ine duyduğu aşkı anlatmasından içim şişti. Orhan Pamuk’un romanlarında bile adı geçen ünlü Alaaddin’in köşesinde inene kadar bunu anlattı durdu.
6 lira tutan taksimetreye 20 lira verip, “Üstü kalsın” dedi. Günün en şahane bahşişini bu platonik aşkıyla yaşayan küçük hanımdan almıştım...
(48 yaşındaki adı bende saklı işsiz gazeteci)
“ŞİMDİKİ AKLIM OLSA MAGAZİNCİ OLURDUM”
Cibali Balıkçısı’nın önünde, iki duble gündüz rakısı attığı her halinden belli olan bir müşteri aldım. Tam “Nereye” diye soracaktım ki, “Oo Çapa, son numaran da bu mu?” cümlesiyle kalakaldım. Dakika bir, gol bir! Belli ki takma bıyık vaziyeti kurtarmamış, deşifre olmuştum.
“23 yıllık gazeteciyim, yer miyim ben bu numaraları! Senin gibiler bu mesleği yapmaya başlayınca, bizim gibilere yer kalmadı, işsizim! Zaten artık doğruları yazacak bir mecra da yok ya, neyse... Düşünüyorum da, aslında en güzeli böyle laylaylom işler yapmakmış. Şimdiki aklım olsa 23 yıl haber peşinde koşacağıma, kafadan magazine girerdim!”
Sinirliydi ama öfkesinin bana değil sisteme olduğunun farkındaydım. Çıt çıkarmadan dinlemeye devam ettim: “Bu devirde ya senin gibi suya tirit işler yapacaksın ya da padişahım çok yaşa gazeteciliği... Ee tabii, biz bunların ikisini de beceremedik. Düşünebiliyor musun yıllarımı verdiğim kurumdan bir günde kapının önüne konuldum. Neymiş, birilerinin hoşuna gitmeyen bir sağlık haberi yapmışım. Duyan da ülkedeki bütün hastanelerin dört başı mamur olduğunu zannedecek. Bunların eleştiriye hiç tahammülü yok. Ya hep öveceksin ya da bu diyardan gözünün yaşına bakmadan gönderileceksin. Bize de ikincisi düştü be Çapa!”
“Peki üstat şimdi ne yapıyorsun?” diye sorunca “Umudum Milli Piyango’da, tazminatımla idare ediyorum. Belki artık gazetede yazamıyorum ama sağ olsun sosyal medya var. İçimi Twitter’a döküyorum.
Onların troll’leri varsa bizim de 23 yıldır satmadığımız kalemimiz var. Ama ne talih kuşundan ne de bu memleketten umudumu kestim!” deyip hiç sormadan yaktığı sigarasından derin bir nefes çekti...
Taksilerde sigara içmek yasaktı ama bu kadar içi dolu birine söndür diyecek cesareti kendimde bulamadım.
“Böyle ilerliyorum ama lafa daldık, nereye gideceğimizi söylemedin” dedim.
“Karaköy” diye cevap verdi, “Hani o ağaçların altındaki meşhur balıkçı var ya, bizim Şair Memo’yla buluşup, orada beraber iki kadeh atıp keyif yapacağız. Sonra da yürüye yürüye Cihangir’e, eve... Buyur sen de gel, beraber demlenelim.”
Bu cazip davete “Abi bugün direksiyon başındayım ama alacağım olsun, ilk fırsatta oturup sohbet edelim” cevabıyla karşılık verdim ve 23 yıllık bu meslek büyüğünü Karaköy Meydanı’nda indirdim. Parayı uzatınca “Bu da benden olsun” dedim; “Haydi peki öyle olsun” cümlesiyle arabadan inip kalabalığa karıştı...
MERVE İLE ARDA (30’lu yaşlarında iki beyaz yakalı)
“SAVAŞTIK OLMADI BARIŞALIM DEDİK HİÇ OLMADI”
AKM’nin önünde beklerken, elinde poşetlerle şık giyimli bir çift, seri bir hamleyle arabanın kapısını açtı. Bu arada farkında olmadan sırayı bozduğum için arkadaki kıdemli taksiciden okkalı bir küfür yedim ama müşteriler çoktan arka koltuğa kurulmuştu ve gaza basmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu.
Her halinden telaşlı olduğu anlaşılan kadın, bana dönüp “Etiler lütfen” dedikten sonra, “Ben sana bunların hepsini aynı yerden alalım demedim mi? Baksana iki parça şey için dünyanın parasını verdik” diye yanındaki adama söylenmeye başladı.
Meğer bayram ertesi düğünleri varmış. Konuyu dönüp dolaşıp terör meselesine getirdim.
Genç hanım dikiz aynasından bana bakıp “Allah aşkına söyler misin bin yıldır yan yana yaşayan insanların arasındaki bu kavga niye?” diye aldı sazı eline: “Savaştık olmadı, barışalım dedik hiç olmadı. Yeter artık! Bu işler politikacıların ağzıyla değil, bizim kararlılığımızla çözülmeli. Akil adamlar belirlediler, bir halta yaramadı. İş devlete kalırsa daha çok canımız yanar!”
Müstakbel damat da dahil oldu konuya:
“Ben askerliğimi Güneydoğu’da yaptım. Akil adam, makil adam halkın içinden çıkmadığı için hiçbir işe yaramaz. Meseleyi ancak içimizden çıkan birileri çözebilir. Bu yüzden, biz Türk-Kürt demeden halk olarak olayı ele alıp, ‘istemiyoruz kardeşim bu kavgayı’ diye haykırmalıyız. Yoksa Allah korusun bunun sonu hızla Suriye olmaya gider. Önümüzdeki hafta düğünümüz var ama vallahi her an yine kötü bir haber duyacağız diye korka korka bekliyoruz. Bu iş bu kafayla gidilirse sittin sene çözülmez!”
(Botokslarına rağmen zamana dur diyemeyen teyzeler. Yaşları belirlenemiyor...)
“KOCAMIN BENİ ALDATTIĞINI SÖYLEYEN FALCI İŞTE BUYDU”
Hazır yolum Etiler’e düşmüşken, tarih öncesi yıllarda ilk dükkanımı açtığım bu semtte mola vereyim bari dedim. Bu geçen birkaç saatte memleketi kurtaramamıştım ama ülkenin rengini daha yakından görmeye başlamıştım. Kısa bir dinlenmeden sonra, mesaiye devam etmem gerekiyordu.
“Haydi İzzet geç bakalım direksiyonun başına” deyip tam ilerlemeye başlamıştım ki, Alkent’in karşısındaki sokağın başında, tepeden tırnağa markalara bürünmüş, bol botokslu iki hanım abla aldım.
İstikamet Etiler’in göbeğindeki ünlü alışveriş merkezinin altında bulunan İtalyan restoranıydı.
Arabaya biner binmez, “Ay şu müziğin sesini biraz kısar mısınız” dediler. Taksicilik gerçekten de zor zanaat arkadaş, o an bir kez daha anladım. Bir kilometre öteye gitmek için bile bindikleri arabayı ve şoförünü satın aldığını zanneden bu tipler insanı canından bezdirir! Ama gel gör ki, elden bir şey gelmiyor. Yola devam...
Gözlüklü olan yanındakine dönüp “Vallahi bu kadın ne söylese çıkıyor şekerim” dedi. Beriki cevap verdi: “Şaka mısın ayol, kocamın beni aldattığını söyleyen falcı işte buydu!”
“İyi bayramlar” deyip araya girmeye çalışsam da, fal muhabbetinden başlarını kaldırmayıp, beni öylesine adam yerine koymadılar ki,
50 yılda zar zor inşa ettiğim özgüvenim beş dakikada yerle bir oldu.
Vakur bir sessizlik içinde onları tarif ettikleri lokantanın kapısına bıraktım.
7 lira yazan mesafeyi o meşhur markanın en pahalı cüzdanlarından çıkardıkları 1 liralarla ödediler. Ee tabi kolay değildi onların hayatı da... Ortalık yangın yeri olmuş, bunların derdi “kocam beni aldatıyor mu”...
İçimden “Allah herkese yardım etsin” deyip
bastım gaza...
TAHİR BEY (60’ına merdiven dayamış emekli savcı)
“HAKİM VE SAVCILAR DİKEN ÜSTÜNDE”
Şişli’de binen kahverengi takım elbiseli, kravatlı, tıraşlı, James Bond çantalı bey amca otoriter ses tonuyla “Fulya’ya lütfen” dedi. 60’ına merdiven dayamış Tahir Bey emekli savcıymış. İster istemez konumuz, kevgire döndüğü iddia edilen hukuk sistemimize geldi. Tahir Bey arabadan inene kadar upuzun bir tirat patlattı.
“Bak kardeşim, adalet ayaklar altına düştü. Hakim ve savcılar diken üstünde. Önlerine gelen dosyalar adeta pimi çekilmiş birer bomba. Bir taraftan vicdanlarıyla adaletli olduğunu düşündüğü kararı verme, diğer yanda istenilen kararı vermemesi halinde ülkenin en ücra köşesine sürülme tehdidiyle karşı karşıyalar. İktidar değiştiğinde bugün altına imza attıkları her şeyin hesabını vermek zorunda kalıp, ileride yargılanabilirler de... Yani anlayacağın, aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık!”
“Peki zaten yıllardır böyle değil miydi hocam?” diye sözünü balla kesmeye çalışınca, ağzından şunlar döküldü: “Hukuksuzluk hiçbir dönemde bu kadar zirve yapmamıştı. Zekeriya Öz’ün durumu ortada. Bu memleketin hakkında dava açılan subayları, ağır bedeller ödeyeceklerini bile bile ilk uçakla geri geldiler. Çünkü onlar bu toprağa ait olduklarının farkındaydılar.
Ama zamanında bir sürü doğru şey yaptığını düşündüğüm Zekeriya, içinde ne olduğunu bilmediğimiz kocaman bir bavulla bu ülkeden kaçtı. Şimdi adama sormazlar mı, başında yaptıkların zülse, niye yaptın? Yok eğer hakkaniyetli karar verdiysen, niye kaçtın?
Adalet, adil olmaktan çıktı. Güç kimin elindeyse ona hizmet etmeye başladı. Bu da demokratik bir hukuk devleti için en büyük tehlikedir. Bak taksici kardeşim, bu işleri bu kadar merak ediyorsan ben sana meselenin şifresini, kilit taşını söyleyeyim.
Büyük fotoğrafı görmek için Erzincan Cumhuriyet Savcısı İlhan Cihaner’in maiyetindeki personel tarafından gözaltına alınma sürecine iyi bak. Benden de bu kadar, sağda müsait bir yerde beni bırak!”
TRANS BİREY YAĞMUR (40’lı yaşlarına yaklaşmış)
TRANS MELEKLER İŞ BAŞINDA
“Tamam aşkım, Suriyelileri de yerleştirdim sen hiç merak etme. Onlarla birlikte toplam 15 kişi oldular. Yok yok, her şeyleri ayarlandı ama yine de bir sorun olursa ben sana haber veririm bebeğim. Evet, ben de yoldayım şimdi. Okey, öptüm çok!”
Belki de yıllarca takmayı hayal ettiği kocaman çantayı omzundan düşürmemeye çalışarak taksiye binerken, telefonun ucundaki arkadaşına işte bu cümleleri söylüyordu.
“Ay afedersiniz, Dolapdere lütfen.” “Tabii ki” dedim. Bir-iki dakika süren sessizlikten sonra “Ya çok pardon, konuşurken kulak misafiri oldum, Suriyeli mültecilere yardım mı ediyorsunuz, anlamadım” diye sordum.
Ve başladı o an ilk defa duyduğum İstanbul LGBT’nin Trans Misafirhanesi projesini anlatmaya...
Türkiye’nin çeşitli şehirlerinden gelip maddi zorluklar nedeniyle kalacak yer bulamayan 12 LGBT’li bireyin Dolapdere’deki bir evde yaşamalarına imkan sağlıyorlarmış.
Tabii kendi aralarında topladıkları kaynaklar kısıtlı olduğu için, bu küçük evin şartlarını düzeltmek adına Trans Fashion Show diye bir de etkinlik düzenlemişler. Defilelerin bilet ve elbise satışları ile diğer aktivitelerden toplamda 50 bin liraya yakın bir para toplanmış:
“Aslında o evi satın almak istiyorduk ama hedeflediğimiz rakama ulaşamayacağımızı anlayınca, alt katı da kiralayıp iki dairenin bir yıllık ücretini ödedik. Evin sobasından buzdolabına, perde hatta çarşaflara kadar her şeylerini tamamladık. Sonunda içimize sinen bir yer ortaya çıktı. Biliyor musunuz bazen başka ülkelerden bile gelen misafirlerimiz oluyor. Geçtiğimiz günlerde İranlı bir trans birey gelmişti, şimdi de sokakta kalan Suriyeli eşcinsellere bir süreliğine kapımızı açtık. Ben de onlarla tanışmaya gidiyorum.”
Yağmur’un bunları anlatırkenki heyecanı görülmeye değerdi.
“Valla ne yalan söyleyeyim, ilk kez duyuyorum” deyince “Amca biz kendimize Trans Melekler adını taktık” diye cevap verdi gülerek...
Misafirhanenin önüne geldiğimizde “İşte burası” deyip durmamı istedi. Parayı ödedikten sonra cüzdanını yerine koydu ve düşürmemeye dikkat ettiği çantasını omzuna takıp yüksek ökçeli stilettolarıyla taksiden indi...
İstanbul sokaklarında direksiyon salladığım iki gün, bana sekiz yıl süren üniversite hayatımdan çok daha fazlasını göstermişti. Bir kez daha anladım ki, bir ülkenin, bir şehrin nabzı sırça köşklerde oturarak değil, sokaklara çıkıp insanların arasına karışarak tutulabiliyor. Önümüz seçimler, bunu bütün politikacılara da tavsiye ederim. Tekrar iyi bayramlar...
Paylaş