Paylaş
Demirel bu konuda yalnız da değildi. Devri iktidarında Turgut Özal da, bu alıntıyı yapmamış bile olsa buna inanırdı, iktidarın bölünemez olması gerektiğine. Recep Tayyip Erdoğan için de durum farklı değil. O da bu idealin peşinde.
Demirel başbakanlıkları zamanında güç ve iktidar fena halde bölünmüştü. Bu Demirel’in şikayetiydi. Gerçi şikayetlerini gidermek için bir şey yapmadı veya yapamadı ya, neyse.
Turgut Özal için iktidarın bölünmüşlüğü gündelik hayatın basit bir gerçeğiydi. Zaten iktidara askeri rejimin tam olarak bitmediği dönemde gelmişti. Başlangıçta ekonomi politikaları dışında hiçbir alanda serbest değildi, ekonomide bile eli serbest değildi.
Recep Tayyip Erdoğan Başbakan olduğunda da durum farklı değildi, hatta beterdi. Askerin yanında yargı, kimi devlet kurumları, sivil toplum örgütleri ve medya da vardı, iktidardan pay alan. Bu pay alma durumu, belli bir ideolojinin ve propagandanın pompalanmasıyla meşrulaştırılıyordu üstelik.
Erdoğan büyük savaş verdi. Hani kendisi diyor ya, ‘çarpışa çarpışa geldik’ diye...
Bugün asker ve belli ideoloji destekli iktidar paylaşımı ya yok ya da en alt düzeye indi. 27 Mayıs darbesinden beri elindeki gücü en paylaşmayan lider Recep Tayyip Erdoğan.
Ama ona da rahat yok, görüyorsunuz. Son MİT krizi, Erdoğan ve yakın çevresinin algılamasıyla, bir ‘güce ortak çıkma’ girişiminden doğan bir kriz.
Erdoğan, elindeki yetkiyi kıskançça savunan ve kendi sahip olması gereken gücü, deyim yerindeyse, babası gelse onunla paylaşmayacak karakterde birisi. Bu güç temerküzünü ‘çarpışa çarpışa’ elde etti, aynı safta beraber de çarpışmış olsa başka kimseyle paylaşmak niyetinde de değil.
Büyük bir kolaycılıkla ‘cemaat-AK Parti savaşı’ diye takdim edilen sıkıntılı durumu bir de bu açıdan okuyun.
İktidar bölünemez değildir ama bölünme meşru olmalıdır
TÜRKİYE’nin Recep Tayyip Erdoğan dahil merkez sağ liderleri Atatürk’ü az severler çok severler tartışılır ama bir şey var ki, o konuda hepsi Atatürk’ün izinden gitmek, Atatürk gibi olmak isterler. O da, iktidarın yapısı ve kullanım biçimidir.
Atatürk, Taha Akyol’un mutlaka okunması gereken kitabı ‘Atatürk ve Hukuk’ta çok iyi anlatıldığı gibi, kendine bir ‘kuvvetler birliği’ sistemi kurmuştu. Yasama da, yürütme de yargı da onun emri altındaydı.
Ancak, üniversitede daha ilk siyaset bilimi ve anayasa hukukuna giriş dersinde herkes öğrenir ki, kuvvetler ayrılığı olmayan sistemlere demokrasi denmez. Demokrasilerin ayırt edici özelliği, iktidarın bölünmesidir.
Zaten demokrasi bunun için icat edilmiştir: Kralın neredeyse kadiri mutlak yetkilerinin sınırlanması, denetlenmesi için.
Burada mesele, iktidarı bölen unsurların demokratik ve hukuki meşruiyete sahip olması meselesidir.
Ordu bir iktidar odağı olamaz; çünkü demokratik meşruiyete sahip değildir.
Yargı eliyle iktidara ortak olmak da her zaman meşru değildir; yargınız kendini Meclis’in yasalarının veya Anayasa değişikliklerinin üzerinde görebiliyorsa, o zaman meşruiyeti sorgulanır. Yargınız, siyasi iktidarlara daha önce Danıştay’ın defalarca yaptığı gibi veya son MİT krizinde özel yetkili savcılığın yapmaya kalkıştığı gibi ‘yerindelik’ denetimi uygulamaya kalkışıyorsa meşru değildir. Yargısal meşruiyet, gündelik iyi-doğru-güzel anlayışımızdan değil uzun vadeli yasalara ve demokratik prensiplere uygunluktan kaynaklanır. Yine de her gün denetlenmelidir.
Bütün bunlara karşılık yürütme gücünün yasama üzerindeki patronajı da meşru değildir; bu patronajı var eden yasa, yönemelik ve parti tüzükleri de bir demokraside gayrı meşrudur, gayrı meşru yetkilerin kullanımıdır.
Demokratik meşruiyet içinde iktidarın meşru biçimde paylaşımı için yapılması gereken çok işimiz var ama korkarım yapmaya niyetimiz yok.
4 artı 4 acaba 8 ediyor mu?
AK Parti grubu tarafından Meclis’e sunulan ve zorunlu eğitimi 4-4-4 bölüp toplamda 12 yıla çıkaran yasa teklifi, sayılamayacak kadar çok sakıncayla dolu bir teklif.
Mevcut 8 yıllık kesintisiz eğitimin ilk dört yılından sonra bölünmesi, yeni sınav veya seçim yapma endişelerini getiriyor. 10-11 yaşındaki çocuklarımız o yaşta marangoz-tekniker-elektrikçi-makineci-imam olup olmayacaklarına karar verecek.
Mesleki eğitimi seçmeyenler büyük olasılıkla sınava girecek, daha iyi bir okulda ikinci ve üçüncü dört yıllarını geçirebilmek için. Yine büyük olasılık, ikinci dört yılın sonunda bir sınav daha olacak, son dört yılı iyi bir okulda geçirmek isteyenler için.
Eğitimin 12 yılı zorunlu ama okul öncesi eğitim nedense zorunlu değil. Oysa Türkiye’nin tamamına yakınında başarıyla uygulanıyor, okullaşma oranları hızla
artıyor.
Teklif tuhaf biçimde ilk dört yıldan sonra isteyen velilere çocuklarını açık öğrenime gönderme olanağı veriyor. Oysa çocuğun tam da okulda sosyalleşeceği çağ bu. Evde sözde ‘eğitilecek’ çocukların nasıl bir ‘zorunlu’luğa tabi tutulacakları meçhul.
Hep şu söyleniyor: Bu teklif 28 Şubat’ın rövanşıdır.
Ben parlamentonun böyle bir şeye kalkışacağına ihtimal vermem ama 28 Şubat’tan rövanş almak isteyen varsa bunun hukuk yoluyla olmasını tercih ederim, benim çocuklarımın üzerinden rövanş alınmasın.
28 Şubat döneminde milyonlarca çocuğun uğradığı mağduriyet bu kez bütün çocukları mağdur ederek giderilmemeli.
Fatih Altaylı’ya cevap
HABERTÜRK Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, önceki gün twitter’da Habertürk’ün şike davasından yasayı çiğneyerek fotoğraf kullanmasını eleştirdim diye bana kızmış. Kızarken de söylemediğim bir sözü söylediğimi öne sürmüş. Oysa ben ‘Bu fotoğraf kullanılır mı’ demedim, ‘Bunu kullanarak elde edildiği düşünülen fayda orta uzun vadede halkın haber alma hakkının kısıtlanması sonucunu doğurabilir’ dedim. Gazetelerimizi yaparken anlık haber şehvetiyle gazeteciliğin ve halkın genel çıkarları arasında bir denge bulmamız gerekmez mi?
Paylaş