Paylaş
Önce bir deney: 30 erkeğe, art arda onlarca kadın yüzü gösteriliyor ve bunların içinden çekici/seksi bulduklarını işaretlemeleri isteniyor. İlk sefer resimler çok hızlı geçiyor, deneklerin çekici/seksi buldukları için bir düğmeye basması isteniyor. İkinci seferde ise resimler biraz daha yavaş geçiyor.
Şaşırtıcı biçimde erkeklerin çekici/seksi bulduğu kadınlar büyük ölçüde aynı kadınlar oluyor.
Ama aslında deneyi düzenleyenler bunu bekliyor. Çünkü yaptıkları ince bir hile var. Çekici/seksi bulunan kadınların hepsinin gözbebeği diğerlerinden biraz daha büyük; gözbebeğinin büyümesi sekse hazırlık/tahrik olmak anlamına geliyor.
Erkeklerin bilinci bu durumu farketmiyor ama hepimiz aslında gözümüzle değil beynimizle gördüğümüz için, beynimiz o küçük farkı görüp harekete geçiyor.
Bir örnek daha...
60’lı yıllarda Amerika’daki Wisconsin Üniversitesinden Paul Bach-y-Rita adlı bir nörolog, babasının önemli bir derdine çare arıyordu. Babası yakın zaman önce bir inme geçirmiş ve görme yetisini kaybetmişti. Ve Paul Bach-y-Rita, acaba beynin bir bölümünün kaybettiği yetinin bir başka bölüme öğretilip öğretilemeyeceğini merak ediyordu.
Fikri basitçe şuydu: Babasının alnına bir video kamera yerleştirecek, kameradan gelen sinyalleri babasının sırtına yapıştıracağı minik şeyler aracılığıyla titreşim olarak babasına iletecekti.
Bir an için kendinizi hayal edin; gözleriniz bağlı ama kafanızdaki kameradan gelen sinyaller sırtınıza titreşim olarak ulaşıyor. Önce bu sinyaller anlamsız, hatta rahatsızlık verici. Ama sağa sola çarpmaya başladıktan sonra bu sinyaller bir anlam ifade etmeye başlayacak.
Çok sayıda kör insan, bu çeşit cihazlar sayesinde, birkaç hafta içinde görmeyi ‘öğreniyor.’
Mesela Eric Weihenmayer’i düşünün. Nadir bir göz hastalığı olan retinoschisis ile doğmuş Eric ve 13 yaşından beri de kör. Ama bu durum onu hayallerinden alıkoymamış, en büyük hayali de dağcı olmakmış, 2001 yılında Everest dağının zirvesine çıkan ilk kör insan olmuş.
Nasıl mı? Kafasındaki video kameradan gelen sinyaller, ağzının içine ve diline yerleştirilmiş 600’den fazla elektrot aracılığıyla beynine gönderiliyor ve o da böylece ‘görüyor.’
Peki şunu hayal edin: Kör değilsiniz ama yine de böyle bir cihaz ağzınıza ve kafanıza takılı. Ve diyelim kamera gözün göremediği kızıl ötesi dalgaları veya sonar gibi çalışıp ses dalgalarını elektrodlar aracılığıyla beyninize iletiyor. Suyun altında, gece karanlığında ‘görüyorsunuz.’
Amerikan ordusu kendi özel kuvvetleri ve Amerikan donanması da ‘Seal’ denen özel komandoları için bu sistemi kullanıyor, onlara 360 derece görüş, gece karanlıkta görüş imkanı yaratıyor.
Biraz eğitimle her beyin gözü dışındaki aletlerle gelenleri de ‘görmeyi’ öğreniyor çünkü.
Evet, biz gözümüzle değil beynimizle görüyoruz.
Biraz hayal kurun: Belki gelecekte, bugün Google’ın denemekte olduğu bir nevi bilgisayar olan gözlüğü takmamıza gerek kalmayacak; TV yayınları veya borsa bilgileri veya haberler veya başka başka şeyler doğrudan beynimize iletilecek.
İşte o zaman ona ‘Beyin 2.0’ adı verilecek...
Beynimizle görüyoruz ama beynimiz bizi sık sık yanıltıyor
BİZ de etrafımız da sürekli hareket halinde. Ve beynimiz, hareket eden bu dünyayı bize ‘gösteriyor.’ Birini koşarken izlemek, bir arabanın geçişine dikkat etmek, havadaki kuşlara bakmak...
Ama biz sanıyoruz ki bunların hepsi aynı şey: Duran bir şeyi görmekle hareket eden bir şeyi görmek aslında aynı değil.
1978 yılında bir kadın karbonmonoksit zehirlenmesi atlattı. Hayatta kaldı ama beyni hasar gördü. İlginç bir hasardı bu: Kadın hareket eden objelerin hareketlerini göremiyordu artık.
Yola bakıyor. Kırmızı bir kamyon orada. Çok az zaman geçiyor, şimdi kamyon burada. Kadının hayatından ‘sinema’ çıkmıştı, yerine ‘fotoğraf’ gelmişti. Kadın artık hayatı seri halinde fotoğraflar olarak görüyordu, hareket eden nesneler olarak değil.
Demek ki hareket duygusu beyinde farklı bir yerde oluşuyordu ve kolayca manipüle edilebilir, bozulabilirdi.
Futbolcuları, diyelim kalecileri düşünün. Uzaktan bir şut çekiliyor, kaleci topa bakıyor, sonra atlıyor ve müthiş bir plonjonla topu havada yakalıyor... Veya yakalayamıyor, gol oluyor!
Sanıyorsunuz ki, kaleci topa bakıyor ve onun nereye geleceğini hesaplıyor, tam da oraya uzatıyor ellerini. Hayır öyle değil. Kaleci gerek beyninin daha önce edindiği tecrübeler (antrenman antrenman antrenman) ve gerekse beyninin o topu yol boyunca izlemesi sayesinde topu kurtarıyor. Kurtaramıyorsa ya işin tecrübeyle öğrenilen kısmında (az antrenman) veya beynin hareketi izleyen bölümünde bir eksiklik var demektir. (Tabii, mesela penaltı atışlarında top gözün izleyemeyeceği kadar hızlı geliyor, o yüzden penaltılarda kalecileri suçlamamak lazım.)
Paylaş