Paylaş
Bugün de, biraz da Babalar Günü vesilesiyle size anlatmak istiyorum.Umarım siz de, bu öyküden benim kadar etkilenirsiniz.
* * *
Hikayemiz Amerika’da geçiyor. Bundan 15 yıl önce, Dyckovsky ailesi, en Batıdaki California’dan bugün hâlâ oturdukları en Doğu’daki Virgina eyaletine taşınmaya karar veriyor ve otomobillerine atlayıp yola çıkıyorlar.
Ari Dyckovsky o sırada sadece 3 yaşında ve otomobilin arka koltuğundaki çocuk koltuğunda kemerlerle sımsıkı bağlanmış durumda.
O yaşta çocuklar genellikle konuşmayı öğrenmiş ama hâlâ kelimeleri biraraya getirmeye çalışır olurlar. Oysa Ari biraz farklı. Yol boyunca babası ona basit toplama-çıkarma işlemleri soruyor, o da her birine cevap veriyor.
Önce 20’den küçük rakamlarla başlıyorlar kafadan hesaplar yapmaya, sonra iki basit işlemde kullanılan rakamlar büyüyor.
Ari ile babası arasında California’dan Virginia’ya kadarki uzun otomobil yolculuğunda icat edilen bu oyun yeni evlerine yerleştikten sonra da devam ediyor.
Oyun giderek karmaşıklaşıyor, çarpma ve bölme işlemleri de ekleniyor, kare kök almalar da.
Ari’nin matematiğe karşı doğal bir yeteneği olduğuna kuşku yok. Ama babası da, üniversitede iktisat okumuş sonra da Yale’de MBA yapmış bir teknoloji şirketi yöneticisi olarak donanımlı.
Ari o ilkokul günlerini anlatırken ‘Okulda çok sıkılıyordum’ diyor, çünkü onun çoktan üzerinden geçip bitirdiği konuları konuşuyorlar derste. ‘Ama’ diye devam ediyor, ‘Eve gelince esas eğlence başlıyordu.’
Çünkü o sırada babası ve Ari, hiç de ilkokul çocuklarının derslerde karşılaşmadığı problemleri çözüyor evde. Cebir problemleri.
Ari anlatıyor:
‘Zaman içinde evdeki eğlencemiz daha az matematik hakkında olmaya başladı. Evet soyut anlamda daha az matematik ama matematik yoluyla etrafımızı, dünyamızı nasıl tarif ederiz? Bununla uğraşmaya başladık. Bu da fizikti.’
Evet, baba-oğul evde matematik kullanarak fizik çalışmaya, fizik konuşmaya başlamışlar. Ama Ari 9 yaşındayken, henüz 47 yaşında olan gencecik babası bir kalp krizi ile ölmüş.
O an Ari beklenebileceği gibi çökmüş. Derslerle, hayatla ilgisini koparmış. Fakat buna rağmen okulda başarılı olmaya devam etmiş. ‘Çünkü okul çok kolaydı’ diyor Ari.
Bu sırada ailenin yardımına Ari’nin dedesi, annesi Amy’nin babası yetişmiş. Uzun aylar, hatta yıllar boyunca Ari ile konuşmuş, ‘Okulda aldığın yüksek notların hiçbir önemi yok. Bu mudur senin en iyin, sen ona bak’ demiş sürekli.
Ari, ‘Biraz zaman aldı ama sonunda dedemin ne demek istediğini anladım’ diye anlatıyor o yılları. Yeniden dört elle sarılmış bilime, matematiğe, fiziğe.
Bu arada Virginia eyaletinin bilim ve matematikte üstün öğrenciler için verdiği bir bursu ve uyguladığı programı kazanmış.
Sonra bir gün, tam da 15. yaş gününe yaklaşırken televizyonda izlediği bir belgesele vurulmuş kalmış. Belgesel kuvantum fiziği hakkındaymış ve onuno gün izlediği bölümde kuvantum mekaniğinin özel fenomenlerinden biri olan Bose-Einstein yoğunlaşması anlatılıyormuş.
Adını 1920’lerde Albert Einstein ve Hintli fizikçi Satyendra Bose’nin ortaya attığı bir fikirden alan Bose-Einstein yoğunlaşması (BEC) çok ilginç bir şey. BEC ne katı ne sıvı ne de gaz. Hatta plazma bile değil. Sadece çok düşük sıcaklıklarda ortaya çıkacağı varsayılan, sanki tek bir süper atommuş gibi davranan bir grup atom ve bu atomun parçacıkları dalga gibi hareket ediyorlar, parçacık gibi değil.
İşte bu belgesel ve kuvantum evreninin tuhaf yapısına vurulmuş Ari ve o an hayatı boyunca kuvantum fiziğiyle uğraşmaya karar vermiş.
Bugün Ari sadece 18 yaşında. Ve bu yaşında, dünyanın en önde gelen akedemik fizik dergilerinden biri olan Physical Review’de kuvantum alanında çalışan bir akademisyen olan Steven Olmschenk’le ortak imzalı bir makalesi yayınlanmış durumda.
Makale, kuvantum dolanıklığı sorunu hakkında çığır açıcı nitelikler taşıyor ve bu haliyle insanlığı kuvantum bilgisayarına bir adım daha yaklaştırmış durumda.
Ari babasını kaybedeli 9 yıl oldu. Eminim bugün ona, bütün babasını kaybetmişlere olduğu gibi özel bir hüzün veren bir gün olacak.
Ama aslında babası hep onunla.
Milyonda bir başa gelebilecek bir olay, size neden olmasın?
PERSİ Diaconis ve Frederic Mosteller adlı iki matematikçi yememişler içmemişler, yatmamışlar uyumamışlar ve taa 1989 yılında bir makale yazmışlar: ‘Tesadüfleri Araştırmak İçin Bir Metot.’
Burada oturup bütün makaleyi size özetleyecek değilim, çok meraklıysanız yazının sonuna internet linkini koyacağım, makalenin kendisini okursunuz; ama şunu söylememe izin verin: Hayatta bizim başımıza gelen veya etrafta olduğunu duyduğumuz ‘nadir’ olaylar aslında o kadar da nadir olaylar olmayabilir.
Bir örnek şu: Sık sık cümle içinde, bir yerde çok nadir bir olay gerçekleştiğinde ‘Milyonda bir ihtimal’ lafını kullanırız.
Gerçekten de bir olayın gerçekleşme ihtimalini milyonda bir olarak kabul edelim. Gerçekleşme sıklığını da hergün.
Burası 75 milyon nüfuslu bir ülke. Demek her gün en az 75 tane milyonda bir gerçekleşme olasılığı olan olay yaşanıyor. Yılda 27 bin 375 tane ‘milyonda bir ihtimal’ olan olay eder. Hiç de az değil.
Aynı kişiye aradan bir zaman geçtikten sonra ikinci kez Milli Piyango’dan büyük ikramiye çıktığını duyduğunuzda bu hesabı hatırlayın. Milli Piyangoda büyük ikramiye çıkma olasılığı milyonda birden fazla, bunu da unutmayın. Ama maalesef piyango her gün çekilmiyor.
(Konu ilgisini çekenlere, makalenin orijinalini okuyabilecekleri web adresi şöyle: http://www.math.northwestern.edu/~fcale/CCC/DC.pdf )
Paylaş