Paylaş
¨”Fizikte keşfedilecek birşey kalmadı. Bundan sonrası daha dikkatli ve hassas ölçümler yapmaktır.”¨
Fena halde yanılıyordu. Kısa süre sonra Rutherford atomun çekirdeğini keşfetti, derken arkadan çekirdeği oluşturan nötron ve protonlar keşfedildi. Ve bu keşifler evreni kavrayışımızı kökünden değiştirdi.
Ernest Rutherford’un bu önemli keşfinin 100. yılı sebebiyle haftalardır bu yazıları yazıyorum.
Neyse ki Rutherford, Lord Kelvin gibi düşünmüyor, ‘Bu iş bitti’ demiyordu. Başkaları da öyle düşünmediler.
Başlangıçta sadece elektron, proton, nötron ve fotonun varlığı biliniyordu. Ancak gözlemler, uzaydan dünyamıza da gelen ciddi bir atomaltı parçacık yağmuru altında yaşadığımızı gösterdi.
* * *
Peki bu ‘yağan’ şey neydi? Başlangıçta bunların elektronlar olduğu varsayıldı. Ama bu yanlış bir varsayımdı. Çünkü deneysel sonuçlar yağan şeyin elektron olduğunu doğrulamıyordu.
Kozmik yağmur, dünyamızda hergün ve her an yaşadığımız bir şey. Öncelikle güneşten ama başka kaynaklardan da gelen atomaltı parçacıklar atmosfere girerken atomlarla da çarpışıyorlar ve ortaya atomaltı parçacıklar çıkıyor. (Bugün CERN’de yapılan bir anlamda bu sürecin taklidi, fark şu ki parçacık atomla değil ters yönde hızlandırılmış başka bir parçacıkla çarpıştırılmaya çalışılıyor.)
Lafı çok uzatmayacağım, çünkü bu parçacıkların her birinin keşfi ayrı bir macera ve bu maceraların her biri için yazılmış ayrı ayrı kitaplar varken benim durumu burada özetlemeye çalışmam ayıp olur.
Sonuç olarak son 100 yıl içinde (aslında bunun da ilk 50-60 yılında) neredeyse bütün temel parçacıklar bulundu. Bu parçacıklar bir araya geldiğinde atomu meydana getiriyorlardı.
Ama büyük bir sorun vardı ortada: Bu parçacıkların bir arada durmasını izah eden teorik çerçeve henüz yoktu.
İşte bu arayışlar içinde, bugün adına ‘Standart model’ adı verilen, tek bir kalemden çıkmayan ama yıllar içinde çok sayıda insanın katkısıyla oluşturulan, hâlâ daha tamamlanmamış bir yapbozu işaret ettiği için sağı solu her an değişebilirmiş gibi duran model ortaya çıktı.
* * *
Teorik bir model, ister istemez matematiğe dayalı olmak zorunda. Matematiğin doğanın kullandığı dil olduğunu veya doğanın dilinin matematiğe tercüme edilebildiğini varsayıyoruz; bütün bilim bu varsayımın üzerine kurulu.
Bazen de bir teorik model geliştirmeye çalışırken, sırf matmatiksel gereklilikler yüzünden denklemlere bir değişken veya bir sabit yerleştirmek gerekebiliyor. İşte ‘Tanrı Parçacığı’ adı da verilen Higgs Bozonu böyle bir şey; varlığını matematiksel bir zorunluğa borçlu.
Peki gerçekte var mı yok mu? İnsanlık tarihinin en pahalı deneylerinden biri bu sebeple yapılıyor. Hala ortada bir kanıt yok. Ama unutmayın: Higgs Bozonu bulunsa bile atomun içindeki yolculuk sona ermeyecek, Lord Kelvin hala yanılıyor!
Başbakan’la radyasyon polemiği mi yapsam?
HATIRLAYACAKSINIZ, Japonya’daki feci nükleer kazanın ardından Türkiye’nin nükleer santral tasarılarını gözden geçirmesini isteyenlere Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir dizi ilginç benzetmeyle cevap verdi. Bu benzetmelerden biri de, ‘Televizyon da seyretmeyin, oradan da radyasyon geliyor’ şeklindeydi.
Bunu duyunca güldüm, çünkü bizim evde de ne zaman kablosuz internetin veya cep telefonunun çocuklara zararlı olup olmadığı konusu
gündeme gelse ben de aynı örneği veririm.
Radyasyon konusu aslında polemik sever insanlar için çok güzel bir konu. Çünkü gerçek şu ki, aslında gündelik hayatımızda radyo-aktif bir deniz içinde yaşıyoruz.
Gündüz vakti havanın aydınlık olmasını sağlayan güneşin ışınları. Zaten güneş, dünyadaki hayatın kaynağı, o olmasa hiçbir şey olmaz. O ışınlar da elbette radyoaktif.
Şu an, şu saniye kafanıza birkaç yüz tane ‘muon’ isimli atomaltı parçacık saplandı bile; her saniye de size muonlar isabet etmeye devam ediyor.
Güneşte yanmamak için kıyafet giyiyoruz ama giydiklerimiz veya altına sığındığımız gölgeliklerin hemen hemen hiçbiri bizi gerçekte güneşin en sakıncalı morötesi ışınlarından korumuyor, morötesi ışınlar her şeyin içinden geçip bize ulaşıyor, bizim de içimizden geçip gidiyor zaten.
Ama tabii, bir nükleer patlama veya kaza sonrası ortaya çıkan radyasyon ile güneşten veuya açık olan TV’den veya basit elektrik lambasından gelen radyasyon arasında çok önemli bir fark var:
“Enerji farkı.”
Güneşten yola çıkanlar dünyaya vardıklarında enerjilerini büyük ölçüde kaybetmiş oluyorlar.
Oysa nükleer kaza sonrası ortaya çıkan radyoaktif materyal çok ama çok yoğun ve enerjili oluyor, vücudumuza çok daha yoğun bir atomaltı akım oluyor, bu parçacıklar vücudumuzdaki atomlarla çarpışıyor, hücrelerimizin bozulmasına, DNA’mızın bozulmasına vs pek çok şeye sebep oluyorlar ve sonunda biyolojik birer varlık olarak ölüyoruz.
Ama teselli olacaksa söyleyeyim, evrendeki diğer her şeyi meydana getirdiği gibi bizi de meydana getiren atomlara bir şey olmuyor, onlar neredeyse başından beri varoldukları gibi eğer olacaksa sonuna kadar da varolmaya devam edecekler.
Paylaş