Suriye’deki iç savaşın, iç savaş olmaktan çoktan çıktığı ve farklı ülkeler arasındaki ‘vekalet savaşları’na (proxy war) dönüştüğü artık herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Suriye’de bugün farklı ülkeler ve silahlı gruplar arasında o kadar çok farklı denge ve o kadar çok değişken ittifak var ki, bir tarafta birbiriyle müttefik gibi görünen iki ülke, Suriye’yle ilgili farklı bir konuda farklı taraflarda yer alabiliyor.
Bunca karmaşanın ortasında “Peki, Suriye’de kim ne istiyor” sorusuna açıklık getirmek gerektiğini düşündüm ve sizlere hangi ülkenin ne istediğini kısaca anlatan bir Suriye rehberi hazırladım. Bunu yaparken de dünyanın önde gelen Ortadoğu uzmanlarından birine, Paris’teki Siyasi Bilimler Enstitüsü Ortadoğu ve Akdeniz Kürsüsü Başkanı Profesör Gilles Kepel’e danıştım.
TÜSİAD ve Boğaziçi Üniversitesi’nin davetlisi olarak geçen hafta bir konferans vermek üzere Türkiye’ye gelen Fransız Profesör Gilles Kepel’le yaptığımız özel röportajda, Suriye’deki dengeleri ve ülkelerin Suriye’deki amaçlarını tek tek konuştuk. İşte, Kepel’in ağzından, Suriye’de kim ne istiyor:
RUSYA: SURİYE’DE ETKİSİNİ SÜRDÜRMEK İSTİYOR
Rusya, şu anda Suriye’de oyun kurucu ülke konumunda. Suriye’yle, İran’la, Türkiye’yle, İsrail’le ve Suudi Arabistan’la ayrı ayrı ortaklıkları var. Rusya’nın bir de kendi gündemi var tabii. Putin, Suriye’de etkisini sürdürmek istiyor ama ordusunun da orada sonsuza kadar kalmasını istemiyor. Yani Putin, bir zamanlar Sovyet ordusunun Afganistan’da kapana kısılması gibi Rus ordusunun da Suriye’de kapana kısılmasını istemiyor. O yüzden Suriye’de siyasi bir çözüm istiyor.
SUUDİ ARABİSTAN: ESAD’LI ÇÖZÜMÜ KABULLENDİ
Geçen yıl ilk kez bir Suudi Arabistan Kralı, Kral Selman, Rusya’yı ziyaret etti ve iki ülke arasındaki ilişkiler şu anda mükemmel. Hem Suudi Arabistan’ın, hem Rusya’nın petrol fiyatlarını yüksek tutmada çıkarı var, çünkü her ikisi de petrol monarşileri. Yani Suudi Arabistan ve Rusya ekonomik müttefik durumundalar. İsrail ve Suudi Arabistan, farklı sebeplerden dolayı artık Suriye’de Esad’lı bir çözümü kabul ettiler, buna bir itirazları yok. Suriye’deki Rusya varlığına da itirazları yok, ancak ikisi de Suriye’de İran’ın herhangi kontrolü olmasını istemiyorlar.
İSRAİL: İRAN’I SURİYE’DE İSTEMİYOR
Robotların birçok sektörde insanların mesleklerini ellerinden alacağına dair korku gitgide büyüyor. Gerçekten de ‘otomasyon’ ve makineleşme yüzünden çok sayıda insan işini kaybedecek mi?
- Önümüzdeki 10 ila 20 yıl içinde milyonlarca kişinin işini kaybedeceğini düşünüyorum. Aynı zamanda çok sayıda meslek de ‘vasıfsız’ hale gelecek, böylece özel eğitim alıp bir zamanlar yüksek maaşlar kazanan çalışanlar, şimdi vasıfsız çalışanlar da aynı işleri yapabileceği için daha düşük maaşlar kazanacaklar. Şunu unutmamak gerekiyor, kaybolan bu meslekler sadece sanayide gerçekleşmeyecek, yani bundan etkilenen sadece fabrika işleri olmayacak. Aynı zamanda hizmet sektöründe çalışanlar ve üniversite mezunu profesyoneller de dahil beyaz yakalılar da bundan etkilenecek.
* Şu anda yapay zekâ tarafından icra edilmeye başlayan işler ve meslekler var mı, bunlar hangileri?
- Rutin ve sonuçları önceden tahmin edilebilir olan her iş robotlaşma için iyi bir adaydır. Bu sadece fabrikalarda çalışan vasıfsız işçilerin işleri için geçerli değil. Masa işi gerektiren bir sürü meslek de bundan etkilenecek. Örneğin muhasebecilik ve resepsiyonistlik gibi... Ayrıca avukatlık, gazetecilik ve hatta bazı hekimlik türleri gibi özel yetenek gerektiren meslekler de bu süreçten etkilenecek. Şu anda, akıllı yazılımlar, insanlar tarafından icare edilen bu mesleklerdeki işlerin ve görevlerin bir kısmını yerine getirebiliyor, ancak bunların zamanla ve hızla daha da iyileceğini ve daha fazla görevi yerine getireceğini öngörüyoruz.
Martin Ford
* Peki hangi meslekleri robotla devralacak? Hangi meslekler insanlar tarafından yapılmaya devam edecek?
- Öngörülebilir bir gelecekte, insanlar için en garantili meslekler, yaratıcılığı, insanı merkeze alan ve insanlarla karmaşık ilişkiler kurmayı gerektiren ve hareketliliği ya da önceden kestirilemez çevrelere sık sık gitmeyi gerektiren meslekler olacak. Yaratıcılık gerektiren mesleklere örnek olarak mühendisleri, sanatçıları, tasarımcıları, iş stratejistlerini verebiliriz. Yani bilgisayarların bu tür yaratıcı işleri yapması için daha epey bir vakit var. İnsanı merkeze alan mesleklereyse hemşirelik, doktorluk, öğretmenlik (en azından küçük çocukların öğretmenliği) ve de işleri müşterileriyle iyi ilişkiler kurmayı gerektiren işadamlığını örnek verebiliriz. Çok fazla hareketlilik, beceri ve sorun çözme gerektiren meslekler örnek olarak da yetenek gerektiren esnaflık işlerini verebiliriz: Tesisatçılık, elektrikçilik, vs. Bu meslekleri yapabilecek bir robot inşa etmek bizim için hâlâ bilimkurgu filmlerinde olabilecek bir şey. Ancak eninde sonunda, büyük ihtimalle -20 veya daha fazla yıl içinde- yapay zekâ teknolojisi ilerledikçe bu mesleklerin bazıları da risk altına girebilir.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonraki özelleştirme furyasında ortaya çıktılar. Komünist okullarda öğrendikleri her şeyi bir anda unutup milyar dolarlık servetlere sahip oldular. Kazandıkları paralarla en güzel mankenlerle çıkıp en lüks yatları satın aldılar. Ancak Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin başa geçtikten sonra bir kısmının düzeni bozuldu, kimi iflas etti, kimi hapse girdi. Kimiyse desteğini Putin’e çevirip servetine servet kattı. İngiltere’deki Chelsea Futbol Kulübü'nün sahibi Rus milyarder iş adamı Roman Abramoviç de bunlardan biriydi. Abromoviç’in onca servetine rağmen İngiltere’den vize almada sorun yaşaması, gözleri yeniden Rusya’nın Sovyetler’den sonra doğan zengin sınıfına, oligarklara çevirdi.
Dünyanın en zengin işadamlarından Rus oligark Abramoviç'in geçen Cumartesi günü oynanan Chelsea'nin Manchester United'ı 1-0 yendiği Federasyon Kupası final maçında tribündeki yerini almaması dikkat çekmişti. BBC'ye bilgi veren Abramoviç'e yakın bir kaynak, 51 yaşındaki Rus iş adamının vizesini yenilemek için başvurunu yaptığını ancak vizenin henüz çıkmadığını söyledi. Abromoviç, Rusya’daki oligarklar arasında Devlet Başkan Vladimir Putin'e yakın bir isim olarak biliniyordu.
Peki Abromoviç gibi isimlerin başını çektiği bu oligarklar kimlerdir?
1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasını takip eden süreçte Rusya'daki özelleştirme furyası, birçok orta düzey işadamını bir anda milyar dolarlık servetlere sahip oligarklar haline getirdi. Dönemin Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin'in zaman içinde iktidarını korumak için sırtını dayadığı oligarklar, kısa sürede ülke ekonomisini ve siyasetini yönlendirir hale gelmişti. Ancak 2000'in başında devlet başkanlığı koltuğuna oturan dönemin Rusya Federal Güvenlik Servisi (FSB) Başkanı Vladimir Putin, siyasete girme hevesindeki bazı oligarkların düzenini altüst etti. Petro-dolar’la, hammadde ticaretiyle büyüyen yeni nesil oligarkların kimiyse zevke ve sefaya devam etti, sırtlarını Putin’e dayayıp servetine servet kattı.
Oligarkların ülke idaresine etkileri ve dolaylı yönlendirmeleri de hep tartışıldı.
Büyük bölümü hızla zenginleştiler, kısa sürede Forbes’un ‘En zenginler listeleri’ni altüst ettiler. Büyük servet sahiplerine yakıştırılamayan ne varsa çekinmeden giriştiler. Kişiye özel konserlere milyon dolarlar saçıp bir futbol takımına Makedonya bütçesine denk paralar harcadılar. Petrol zengini Arap şeyhlerini magazin sayfalarının arkalarına ittiler.
Hatırlarsanız İran'la P5 +1 ülkeleri, yani BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi (ABD, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa, İngiltere) ve Almanya arasında 2015'te imzalanan anlaşma, Barack Obama'nın ABD başkanlığı döneminde, uzun müzakereler ve büyük emekler sonucunda gerçekleşmişti.
Anlaşmanın imzalanmasının ardından başta Almanya ve Fransa şirketleri olmak üzere birçok Avrupa ülkesinden çok uluslu şirketler, İran'a uygulanan ekonomik ambargonun kalkacağını düşünerek İran petrol ve doğalgazının dünyaya pazarlanmasına talip olmuş ve İran'a akmıştı.
Trump'ın ABD Başkanı Donald Trump'ın, nükleer anlaşmadan çekilme kararı sadece dünya barışını ve bölgesel istikrarı tehdit etmekle kalmadı, aynı zamanda İran'a yatırım yapmış birçok Avrupa şirketini de zor durumda bıraktı. Yani 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana neredeyse hiç çatırdamayan Atlantik İttifakı ikiye bölündü.
AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Mogherini, Trump'ın kararının hemen ertesinde, İran'la nükleer anlaşma konusunda, 'Avrupalılar olarak, bu anlaşmayı yerinde tutmaya devam edeceğiz' dedi. Karara, Fransa ve Almanya da büyük tepki göstedi.
Eski İsveç Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Carl Bildt, haftasonu Washington Post gazetesi için yazdığı makalede, "Trump'ın iran anlaşmasını havaya uçurması kararı, Avrupa'ya yapılan çok büyük bir saldırıdır" dedi.
Ancak Trump'ın kararına tepki gösteren sadece kıta Avrupası değildi. ABD'nin Avrupa'daki en büyük müttefiki olan İngiltere bile kararı "Ciddi bir hata" olarak nitelendirdi.
Geçen hafta mülakat yaptığım İngiltere'nin yeni Ankara Büyükelçisi Dir Dominick Chilcott'a konuyu sorduğumda, cevabı kesin ve netti:
"ABD Başkanı Trump'ın İran'la olan nükleer anlaşmadan ayrılma kararından dolayı derin hayal kırıklığına uğradık. Bunun bölgesel istikrara ve güvenliğe yardımcı olacağını düşünmüyoruz. Şu anda önemli olan İran'ın ve diğer taraf ülkelerin nasıl cevap vereceği. Yapmamız gereken bu anlaşmadan kurtulmaya çalışmak değil, ona katkıda bulunmaktır. Bu anlaşmada ne kadar uzun süre kalabilirsek o kadar iyi olur. İran büyük bir bölgesel güç. Dolayısıyla daha yakın çalışmaktan her iki taraf da faydalanacaktı. Bu anlaşmadan ayrılmamız, İran'la birlikte çalışma kabiliyetini oluşturmamıza yardımcı olmuyor. Dolayısıyla Amerika'nın yaptığı hareketin ciddi bir hata olduğunu düşünüyoruz."
Kimine göre Türkiye için AB süreci çoktan bitti, kimine göre de Türkiye'nin çıkarları ve demokratik değerlerin gelişmesi açısından bu sürecin yalpalayarak da olsa devam etmesi gerekiyor. Ancak şurası bir gerçek, Türkiye-AB ilişkileri denince kamuoyu tarafından en fazla merak edilen konulardan biri vize muafiyeti.
Malumunuz 2015'teki göçmen krizinin ardından 2016'da AB ile Türkiye arasında imzalanan ve '18 Mart mutabakatı' adı verilen bir 'Ortak Göç Eylem Planı' imzalanmıştı. Buna göre Türkiye, AB'ye Ege'den mülteci akınını engellemek amacıyla gerekli önlemleri alacaktı.
Mutabakatta Türk vatandaşlarına sağlanması planlanan vize muafiyetine ilişkin de şöyle bir madde yer almaktaydı: "Tüm beklentilerin karşılanması kaydıyla, en geç Haziran 2016 sonuna kadar Türk vatandaşlarına yönelik vize gerekliliklerinin kaldırılması amacıyla, Vize Serbestisi Yol Haritasının katılan tüm üye devletler bakımından yerine getirilmesine hız verilecektir."
Ancak aradan iki yıl geçmesine karşın vize muafiyeti için AB tarafından en ufak bir adım atılmadı. Bizler, AB üyesi ülkelere her gidişimizde o ülkelerin buradaki temsilciliklerinde bitmek bilmeyen vize sıralarına girmeye ve vize görevlileri tarafından neredeyse "potansiyel kaçak göçmen" muamelesi görmeye devam ettik.
Peki vize muafiyetinde son durum nedir? Bu soruyu, geçen hafta TÜSİAD'da katıldığım bir oturumda, bu konudaki en yetkili isimlerden birine, AB Bakanlığı Müsteşarı Büyükelçi Selim Yenel'e sordum. Yenel, vize muafiyeti için AB tarafından şart koşulan 72 kriterden 67'sinin Türkiye tarafından yerine getirildiğine dikkat çekti. Yenel, içlerinde terörle mücadele yasasında değişiklik gerektiren kriterin de bulunduğu geri kalan beş kriter için yapılan çalışmalarıysa şöyle özetledi:
"Epey çalışmadan sonra geri kalan beş kriter için de neler yapabileceğimizi 7 Şubat'ta karşı taraf sunduk, bunun içinde terörle mücadele yasasında ve veri koruma yasasında değişiklikleri var. Onların bir değerlendirme yapıp geri dönmelerini bekledik ancak AB tarafı o süreci dahi uzatıyor. Nisan'da AB'den bir heyet gelecekti, o da Mayıs'a kaydı."
Türkiye ile AB'nin şu anda 'al-ver' (transactional) ilişkisi içinde olduğunun ve ilişkilerin çıkara dayandığının altını çizen Yenel, "Ne zaman Türkiye'yi hatırladılar? Göç krizi çıkınca hatırladılar. Polonya, Macaristan gibi üye ülkelerin durumuna bakın, AB şu anda yaşadığı dönem itibariyle de değerlerinden uzaklaşıyor, çıkar meselesi. AB bize de o çerçevede bakıyor" diye konuştu.
Evet bu konudan artık bıkkınlık geldi, biliyorum. Ancak ne yazık ki Suriyeli mülteci çocukların eğitimiyle ve okullaşma oranıyla ilgili tablo, hâlâ hiç parlak değil. Ülkemizdeki Suriyeli 'misafirlerin' çok uzun süredir misafir olmaktan çıktıkları, Türkiye toplumunun bir parçası olduğu ve artık ülkelerine geri dönmeyecekleri hepimizin malumu. Dolayısıyla Suriye'deki savaştan kaçıp kendilerine sığınacak bir yer arayan bu insanlara kucak açan yegâne ülkelerden biri olarak onların eğitim, sağlık, vs. gibi sorunlarını çözmek de artık sadece insani değil, aynı zamanda toplumsal vazifemiz. Çünkü burada artık söz konusu olan bizim de içinde bulunduğumuz bütün bir toplumun geleceği.
Peki, rakamlar ne diyor? Alman Friedrich Naumann Vakfı ve Avrupa Liberal Forumu tarafından birkaç gün önce yayımlanan "Mülteci çocukların eğitim hakkını ve entegrasyonunu teşvik eden eğitim politikaları ve uygulamaları" başlıklı rapora göre Türkiye'de 1 milyon 552 bin Suriyeli çocuk bulunuyor ve bunların yaklaşık 400 bini hâlâ herhangi bir okula kayıtlı değil.
Friedrich Naumann Vakfı ve Avrupa Liberal Forumu tarafından geçen yıl İstanbul'da düzenlenen "Mülteci çocukların eğitim hakkını ve entegrasyonunu teşvik eden eğitim politikaları ve uygulamaları" başlıklı seminerin ardından hazırlanan ve Avrupa Parlamentosu'nun finanse ettiği mülteci çocukların eğitimiyle ilgili rapor birkaç gün önce yayımlandı
BİRİNCİ SIRADA İSTANBUL VAR
İçişileri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü'ne göre Kasım 2017 itibariyle Türkiye'de yaklaşık 3 milyon 303 bin Suriyeli mülteci bulunuyor. Bunların yüzde 93'ü geçici sığınma kamplarının dışında yaşıyor. Suriyelilerin nüfusa oranla en yoğun olarak yaşadıkları şehirlerse sırasıyla İstanbul, Şanlıurfa, Hatay, Gaziantep ve Kilis.
Suriyeli mülteciler arasında 18 yaş altı çocukların sayısıysa yaklaşık 1 milyon 552 bin. Bunların 739 bini kız, 813 bini erkek. Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı "Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü" bünyesindeki "Göç ve Acil Durum Eğitim Daire Başkanlığı"ndan alınan rakamlara göre, Suriyekli çocukların yaş gruplarına göre dağılımıysa yaklaşık olarak şöyle:
*
0-4 yaş arası: 474 bin 352
Operasyonun ardından Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “Bu saldırıyla Türkiye’yi Ruslardan ayırdık” açıklaması, Batılı ülkelerin Türkiye’nin Rusya’yla olan yakınlaşmasından ne kadar rahatsız olduğunu ve Türkiye’yi nasıl kendi taraflarına çekmek istediklerini apaçık ortaya koydu. Macron’un açıklamasına cevap, dün Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’ndan geldi: “Rusya'yla ilişkilerimiz Macron'un sözleriyle bozulacak değil."
Peki Türkiye şimdi ne yapacak?
Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Faik Demir’e göre Fransa Cumhurbaşkanı Macron, bu sözleriyle, Türkiye’nin Batı tarafından ne kadar önemsendiğini ifade etmiş oldu.
Ali Faik Demir, Türkiye’nin, Suriye’de dünya güçleri tarafından yürütülen vekalet savaşlarının bu kritik dönemecinde, Türkiye’nin güttüğü dış politika stratejisini, 2’nci Dünya Savaşı sırasında İsmet İnönü’nin yürüttüğü dış politika stratejisine benzetiyor:
“Türkiye’nin her zaman her konuda (NATO’yla) ortak olması gerekmiyor. Soğuk savaş söylemiyle bugünkü dış politika değerlendirilemez. Türkiye’nin bugünkü politikası biraz da 2’nci Dünya Savaşı sırasında İnönü’nün politikasına benziyor. Hatırlayalım, o zaman da herkes Türkiye’yi savaş sokmaya çalıştı, ama İnönü ‘Ben önce Türkiye’nin çıkarını düşünüyorum’ dedi. Ne Almanya’nın ne de İngiltere’nin yanında yer aldı. Bence bu strateji bugün de geçerli. Burada Türkiye’nin ulusal çıkarları önemli” diyor.
Türkiye’nin, YPG konusunda Amerika’yla, Esad konusunda da Rusya’yla ters düştüğünün altın çizen Demir, Amerika’yla da Rusya’yla her konuda anlaşmamız ya da her konuda çatışmamız gerekmediğini söylüyor. Demir, Türkiye’nin şu dönemdeki politikalarının İnönü dönemindeki politikalarla nasıl benzeştiğiniyse şöyle açıklıyor:
“2’nci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin menfaatini ve güvenliğini düşündüğü için Türkiye’yi savaşa sokmayan bir İnönü vardı. Hatırlayın, İnönü aynı zamanda hem Winston Churchill’le, hem de Almanya’yla temas halindeydi. Onlar da Türkiye kendi yanlarında yer almasa bile karşı tarafa gitmemesine razı oldu. Aynı şeyi bugün de görüyoruz, Avrupalılar’da ‘Türkiye karşı tarafta olmasın’ derdi var. Türkiye’nin özellikle Suriye ve Ortadoğu’da her iki taraf için de büyük değeri var. Türkiye’nin hem Rusya, hem Amerika, hem de Avrupa için stratejik değeri ortada. O yüzden de bizim de kendi kimliğimizle gerektiği zaman farklı tavırlar sergileyebilmemiz lazım. Bu bir çelişki değil, yanlış politika da değil.”
BATILI ÜLKELER ELİNİ GÜÇLENDİRMEK İSTİYOR
ABD Başkanı Trump’ın attığı ““Hazır ol Rusya, çünkü füzeler geliyor. Güzel, yeni ve akıllı füzeler...” tweet’inin ardından tüm dünyada ortalık karıştı. Alanında en yetkin uluslararası ilişkileri profesörlerinden bizim bakkala kadar herkes birbirine “Üçüncü Dünya Savaşı mı çıkıyor?” sorusunu sorarken, dünya güçleri de olası bir savaşta nasıl pozisyon alacaklarına karar vermeye çalışıyorlar.
Aslında Suriye’de zaten yedi yıldır bir iç savaş değil, büyük ülkelerin ‘vekalet savaşları’ yaşanıyor. Bu savaşta şu ana dek birçok farklı ülke farklı gruplara açık ya da üstü örtülü bir biçimde lojistik ve finansal destekle silah verdi. Bugün gelinen noktadaysa en belirgin olarak Rusya ve İran Suriye rejimini, ABD YPG’yi, İngiltere ve Türkiye ise muhalif grupları destekliyor.
ABD ile Rusya arasındaki restleşme her geçen gün daha da derinleşirken, bu noktada Türkiye’nin nasıl bir tavır alacağı son derece önem kazanıyor. ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batılı ülkeler, Türkiye’nin son yıllarda NATO’dan gitgide uzaklaştığının ve Rusya’yla yakınlaştığının farkında, bu yüzden de Türkiye’yi yeniden kendi taraflarına çekmeye çalışıyorlar.
İşte ABD Başkanı Trump’ın ‘çılgın’ tweet’lerini attığı gün, yani Salı günü bir grup Türk gazeteci, üst düzey bir Amerikalı yetkiliyle Ankara’da bir araya geldik. Bu Amerikalı yetkili, Türkiye ve ABD ilişkilerinin gidişatına dair Türk kamuoyunu ilgilendiren çok önemli mesajlar verdi, ancak Trump’ın tweet’lerinin yarattığı kaosun yanında bu önemli mesajlar güme gitti.
MEMBİÇ’TE BİRLİKTE ÇALIŞMAK İÇİN ANLAŞTIK
ABD’li yetkili, öncelikle Türkiye’nin Suriye ile ilgili güvenlik ihtiyaçlarından bahsetti ve ABD’nin Suriye’de Türkiye’nin güvenlik endişelerine cevap verecek yeni bir güvenlik mimarisi inşa etmeye kendini adadığını söyledi. Ve ardından şunu ekledi: “Bu direktif, en üstten, Başkan Trump’tan geldi.”
Amerikalı yetkili, Membiç konusunda da iki ülke arasındaki planlama sürecinin devam ettiğini söyledi, “Türkiye ve ABD, Membiç için önemli amaçları paylaştıklarını” vurgulayan yetkili, “Türkiye ve ABD, yerel güvenliğin sağlanması ve barışçıl bir geçiş süreci için birlikte çalışmak zorunda olduğumuz konusunda anlaştı” dedi.
Yani Türkiye ve ABD Membiç konusunda farklı düşünseler bile birlikte çalışma konusunda anlaşmışlar, ki bu Suriye’de sahadaki durum ve Türkiye-ABD ilişkileri açısından gözardı edilmemesi gereken çok önemli bir gelişme.