İpek Özbey

Muhterem Nur: 12 yaşında tecavüze uğradım okulu bıraktım

18 Haziran 2017
Bir dönem sinemanın, sahnelerin yıldızı olan Müslüm Gürses’in eşi Muhterem Nur’un hayatı kitap oldu. Asıl adı Olga olan, bebekken ölüme terk edilen, 12 yaşında tecavüze, 14 yaşında enişte tacizine uğrayan ve kitabın adında yazdığı gibi ‘ömrünce ağlayan’ ancak her zaman dimdik duran bir kadının hikâyesi bu. Muhterem Nur ile buluştuk, “Artık gerçekler bilinsin” diyerek anlattığı acılarını, bitmeyen sızısını paylaştık. Aşağıdaki linkten tüm röportajı okuyabilirsiniz:
Muhterem Nur: 12 yaşında tecavüze uğradım okulu bıraktım
Yazının Devamını Oku

‘Türk futbolunun 1 numaralı sorunu hocalar’

12 Haziran 2017
Futbolcu Arda Turan’ın geçen hafta Milli Takım uçağında gazeteci Bilal Meşe’ye saldırısı büyük yankı uyandırırken Türk futbolu son yıllarda şiddet içerikli bu tür vakaları çok gördü. Peki bir centilmenlik alanı olarak görülen spor, nasıl oluyor da kavganın, şiddetin merkezine oturuyor? Konuyu kişi kişi değerlendirmektense bilimsel olarak ele almak için Milli Takım ve Galatasaray’da yıllarca psikolojik danışmanlık yapan Prof. Dr. Acar Baltaş’la konuştuk. Baltaş’a göre sorun hocalardan başlıyor.

- Acar Bey, siz hem kulüpte, hem milli takımda psikolojik danışmanlık yaptınız. Nedir Türk futbolunun en büyük sıkıntısı?

Sorunların birçoğu birbirini besleyecek şekilde iç içedir ancak bir tek şey söylemek gerekirse, en önemli sıkıntı bugün her düzey ve kategorideki liglerde çalıştırıcılık yapan hocalardır.  

- Neden?

Altyapıdan başlayarak hocaların büyük çoğunluğu ilkokul eğitim düzeyinde veya ancak okur-yazardır. Bu kişilerin hayatlarında kendi meslekleriyle ilgili bir kitap okudukları şüphelidir. Tek marifetleri o bölgenin veya yörenin eski topçusu olmalarıdır. Hocalık lisansı için göstermelik bazı kurslara katılırlar. Not alacak yazı becerileri olmadığı için not tutamazlar. Bunları bu kurslarda görev yapmış bir kişi olarak söylüyorum. Bu kişiler daha sonra çeşitli ilişkilerle takımların başına gelirler. Biraz görev yapar, giderler.  

- Ne gibi ilişkiler?

Daha çok yörenin boyutuna bağlı olarak belediye başkanı veya onun iş yaptığı müteahhidin aracılığıyla ile oluşan siyasi, çıkar veya cemaat ilişkileridir. Bu hocaların yetiştirdiği gençlerden ne beklenebilir? Türkiye’de 12-15 yaş akademi ligi diye bir lig vardı. Geçmişte burada görev yapacak yüzün üzerinde hocayla bir eğitim programını yönettim. Bu programdaki hocalarının yarısının okur-yazarlığı bile şüpheliydi. Bu hocalardan, genç çocukların öfkesini, kaotik enerjisini yönetmelerini beklemek gerçekçi değildir. “Konuşurken elini oynattın, bana cevap verdin, saygısızlık ettin. …” Geri bildirim vermesini bilmeyen, zaten kendisi futbolun bilimsel tarafından haberdar olmayan kişiler Türk futbolunu geliştirecek gençleri nasıl yetiştirebilirler.

- Bu anlattıklarınızın çoğu alt yapı hocalarıyla ilgili değil mi?

Evet, örneğin alt yapıdaki hocalara “Sizin misyonunuz ne” diye sorduğumuzda, “Türk futboluna yeni yıldızlar yetiştirmek” cevabını alırdık. Halbuki altyapıdaki hocanın amacı iyi vatandaş yetiştirmek, hayat boyu kullanacakları yaşam becerileri kazandırmak ve varsa içlerinden bir yıldız çıkarmaktır.  

Yazının Devamını Oku

Siyaset Bilimi Profesörü Yılmaz Esmer: Gezi ve 15 Temmuz gençlerini ayırmayalım

5 Haziran 2017
Referandumun ardından partiler kendi içlerine döndü. Yeniden partisinin başına geçen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ‘Metal yorgunluğunu aşmalı’ mesajı veriyor. Kabine revizyonu beklenirken bir yandan da siyaset gençler üzerinden tartışılıyor. Türkiye’nin, değerler araştırması konusunda çalışmalarıyla tanıdığı Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü Yılmaz Esmer’le bu konuları konuştuk...

 - 16 Nisan referandum sonuçları, iktidar partisinde de yüzleşme-revizyon sonucunu doğurdu. Türkiye, 16 Nisan’da bir referandum yaptı. Bu referandumun sonuçlarını hâlâ tartışıyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, hukuken de partisinin başına geçti ve konuşmasında “2002’deki anlayışla yola devam. İnsanların kalbine dokunalım” gibi mesajlar verdi. Bu konuşmadan yeni dönemin şifrelerini çözebilir miyiz?

Benim o cümlede altını çizmek isteyeceğim kelimeler, ‘insanların kalbine dokunmak’ olurdu. İyi bir siyasal hissediş bu. Çünkü politikacılar zannederler ki, ortaya rasyonel programlar koyarlarsa seçmenler de “Bak çok güzelmiş” deyip gelirler. Hayır! Politikacı ya da lider olarak ilk yapmanız gereken şey olaya insanların kalbinden girmektir. Eğer kalpleri kazanabilirseniz sizi dinlerler ve sonra istediğinizi yapabilirsiniz. Eğer kaybederseniz, isterseniz bütün Nobel’li ekonomistleri toplayın, program yazdırın, kimse sizi dinlemez. Erdoğan da burada bunu söylüyor: Eğer kalpleri kazanabilirsek, bütün meseleyi büyük ölçüde halletmiş oluruz. Yani kalplerini kazanmak zorundayız. İyi politikacı…

- İyi politikacı olduğunu düşünüyorsunuz, öyle mi?

Eee tabii. CHP’nin bir türlü beceremediği bir şey bu.

- Aslında ‘kalbine dokunmak’ işini soldan daha çok beklemek gerekmiyor mu?

Son 30-40 seneden bu yana bir tek Ecevit kitlelerle duygusal bağ kurabildi. 1970’lerde yüzde 42’ye çıktı CHP’nin oyu. Falanca programı çok iyi olduğu için mi? Hayır efendim, dağa taşa Karaoğlan yazıldı, duygusal bağ kuruldu.

- Duygusal bağ nasıl kuruluyor?

Seveceksiniz ve inanacaksınız.

Yazının Devamını Oku

Siyaset Bilimi Derneği Başkanı Profesör İlter Turan: ABD halen YPG ile ilişkiyi tartışıyor

3 Haziran 2017
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyareti sırasında en kritik soru, “YPG’ye verilen silahlara nokta konabilecek mi” oldu. Bu konuda net bir sonuç alınamasa da Erdoğan YPG için terörist vurgusu yaparak, ‘Türkiye’nin gerekirse YPG’ye karşı angajman kuralını işletip kimseye sormadan vuracağını’ Beyaz Saray’dan ilan etti. Ziyaret öncesi “Türkiye’yi tatmin edecek bir orta yol bulunması güç” diyen Uluslararası Siyaset Bilimi Derneği Başkanı Profesör İlter Turan ile iç ve dış politikayı konuştuk. Prof. Turan, Washington’da YPG ile ilişkilerin nasıl yürütüleceğine dair tartışmaların sürdüğü görüşünde.

- ABD temasları nokta, virgül, ünlem gibi işaretlerle yorumlandı. Size göre hangisi?

Uluslararası ilişkileri değerlendirirken noktalama işaretleri kullanmamak daha doğru olur. Sayın Cumhurbaşkanımız Birleşik Devletler’e belirli beklentilerle gitti. Ne cevap geleceği de biliniyordu aslında. Aynı zamanda bu ilişkinin bir sarsıntı geçirdiğine ilişkin değerlendirmeler yapılıyordu. İki taraf da arada anlaşmazlıkların ilişkiyi değiştirici veya zedeleyici nitelikte olmadığını ifade etti. Hatta ziyaret sonrası yapılan açıklamalar Amerikan-YPG ilişkisinin ne olacağıyla ilgili sınırları netleştirmeye çalıştı.

- Dışişleri Bakan Yardımcısı Jonathan Cohen’in yaptığı, “YPG ile ilişkimiz geçici, taktiksel bir al-vere dayalı’ açıklamasından mı bahsediyorsunuz? “Giderken ziyaretin sonucu belliydi” diyorsunuz. Peki, neden bu kadar anlam yüklendi?

Şunu hatırlamak lazım ki, bu seyahatin çok önemli olduğu fikri sadece basının yarattığı bir fikir olmaktan ziyade Sayın Cumhurbaşkanı’nın çevresinin yaymaya çalıştığı bir fikirdir. Bir süredir izlenmekte olan çizginin devamıdır bu.

- Hangi çizginin?

Daha ABD başkanlık seçimleri yapılmadan Türkiye, Hillary Clinton’ın yeterince Türk dostu olmadığına dair görüş geliştirmiş, Türkiye açısından Trump’ın kazanmasının iyi olacağını, pek açık olmasa da ifade etmişti. Ve Trump kazandıktan sonra da açıkça Türk-Amerikan ilişkilerinin daha iyi olmasının beklendiği değerlendirildi. Kısa süre içinde bir görüşme yapılmasına ilişkin özlemler dile getirildi. Türk-Amerikan ilişkilerinin bir önceki dönemde kaybettiği ivmeyi kazanacağı ümit ediliyordu. Kazandı mı? Henüz ‘Evet’ demek için erken. Ancak görüşmenin dostane olduğu anlaşılıyor.

- Bu ‘dostane’ tavrın diplomaside bir anlamı var mı?

Amerikan hükümeti YPG’ye silah vereceğini bir kere daha teyit etti. Zaten veriliyordu, gizlisi yoktu. Bu kez verilecek silahların daha nitelikli olması söz konusu. Hatta Amerikan Savunma Bakanlığı bu işi çok daha önce de yapmak istemiş ama tahmin ediyorum ki Başkan’ı ikna etmesi için biraz vakit geçmesi gerekti. Anlaşılıyor ki, ABD içerisinde de YPG ile ilişkilerin nasıl yürütüleceğine dair bir tartışma var. Sonuçta YPG’nin şu an DAEŞ’e karşı en etkin mücadeleyi vereceği düşünüldüğünden bu yola gidilmiş.

Yazının Devamını Oku

‘Kendi yanlışlarımıza fetva verir olduk’

3 Haziran 2017
Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görevden almalar, mütedeyyin çevrelerin eleştiri odağındaki şatafat merakı, dünyayı sarsan DEAŞ terörü… Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’yla bir araya gelip bu konuları konuştuk. “Kuran’ı Kerim ile aramız açıldı. Kendi yanlışlarımıza kendimiz fetva verir olduk” diyen Bardakoğlu’na göre çare, ‘güzellik, huzur, hoşgörü’ ayı ramazanda Müslümanların hayatlarını gözden geçirmesi’...

Diyanet İşleri Başkanı’yken verdiğiniz bir mesajda, ramazan ayını, “İradelerin merhametle eğitildiği ve özgürleştiği, ferdi hayatta dindarlığın, sosyal hayatta kaynaşma ve paylaşmanın yoğun olarak yaşandığı” bir ay olarak tanımlıyorsunuz. Bugün olsa neye dikkat çekerdiniz?

Ben ramazanı farklı algılıyorum. Hayat gelip geçiyor ve insanların zaman zaman durup kendini, hayatını gözden geçirmesi gerekiyor. Şirketler yapar ya, biz de onun gibi öz denetim ve muhasebe yapmalıyız. Ötekinin yapıp ettikleriyle, hatta ne kadar dindar olduğuyla ilgilenmek yerine kendimizin ne kadar iyi bir insan, iyi bir dindar olduğuyla ilgilenmemiz gerekiyor.

Siz her zaman ‘insan olma’nın altını çizdiniz. Peki niye kutuplaştık?
Toplum olarak ayrıştığımız, artık birbirimize öfke duyduğumuz doğrudur. Bunlar sosyal birlik beraberliğimiz açısından alarm noktalarıdır. Ortadoğu toplumları barut fıçısı gibi. Birbirlerine duydukları öfkeyi mezhep, din duyarlılığı veya öteki üzerinden dile getiriyor, onlar üzerinden kimlikler şekilleniyor. İslam dünyasının bir kısmı, mesela Şia kesimi 13 asırdır böyle bir öfkeyle yoğruldu. Sonra bu öfke kendilerine de zarar verdi. Sünni kesimde de hep ötekileştirme ve öfke var. Böyle giderse ateş ocağımıza düşer ve bizi de parçalar.

Kutsal kitap güzelliği, bağışlamayı, ahlaklı, düzgün olmayı emrederken DEAŞ neden bombalar patlatıyor, insanlar birbirine kıyıyor?

Kuran’ı Kerim ile aramız açıldı. Kuran’ı Kerim’in bize verdiği öğütlere kulak tıkadık ve kendi yanlışlarımıza kendimiz fetva verir olduk.

Neden?

Çünkü dini bilgi üretiminde metot kalmadı. Serbest pazar mantığıyla fetva arayan, müşteri memnuniyetine göre fetva verenler kapladı ortalığı. İslam âlimlerinin içinde yaşadığı hayatla ve gerçekliklerle bağı koptu. Üçüncü, beşinci asırda yazılan kitaplardaki bilgileri tekrar ederek insanlara dini anlattığımızı düşünemeyiz. 50 küsur İslam ülkesi var, paramparçayız. İslam barış dinidir diyoruz ama kimseyi inandıramıyoruz, çünkü birçok yerde Müslümanlar birbirinin boğazını sıkıyor. Birbirinin Müslümanlığını beğenmez oldular, birbirini itham ve tekfir ederek sürekli camdan aşağı atmakla meşguller.

Yazının Devamını Oku