Paylaş
- Acar Bey, siz hem kulüpte, hem milli takımda psikolojik danışmanlık yaptınız. Nedir Türk futbolunun en büyük sıkıntısı?
Sorunların birçoğu birbirini besleyecek şekilde iç içedir ancak bir tek şey söylemek gerekirse, en önemli sıkıntı bugün her düzey ve kategorideki liglerde çalıştırıcılık yapan hocalardır.
- Neden?
Altyapıdan başlayarak hocaların büyük çoğunluğu ilkokul eğitim düzeyinde veya ancak okur-yazardır. Bu kişilerin hayatlarında kendi meslekleriyle ilgili bir kitap okudukları şüphelidir. Tek marifetleri o bölgenin veya yörenin eski topçusu olmalarıdır. Hocalık lisansı için göstermelik bazı kurslara katılırlar. Not alacak yazı becerileri olmadığı için not tutamazlar. Bunları bu kurslarda görev yapmış bir kişi olarak söylüyorum. Bu kişiler daha sonra çeşitli ilişkilerle takımların başına gelirler. Biraz görev yapar, giderler.
- Ne gibi ilişkiler?
Daha çok yörenin boyutuna bağlı olarak belediye başkanı veya onun iş yaptığı müteahhidin aracılığıyla ile oluşan siyasi, çıkar veya cemaat ilişkileridir. Bu hocaların yetiştirdiği gençlerden ne beklenebilir? Türkiye’de 12-15 yaş akademi ligi diye bir lig vardı. Geçmişte burada görev yapacak yüzün üzerinde hocayla bir eğitim programını yönettim. Bu programdaki hocalarının yarısının okur-yazarlığı bile şüpheliydi. Bu hocalardan, genç çocukların öfkesini, kaotik enerjisini yönetmelerini beklemek gerçekçi değildir. “Konuşurken elini oynattın, bana cevap verdin, saygısızlık ettin. …” Geri bildirim vermesini bilmeyen, zaten kendisi futbolun bilimsel tarafından haberdar olmayan kişiler Türk futbolunu geliştirecek gençleri nasıl yetiştirebilirler.
- Bu anlattıklarınızın çoğu alt yapı hocalarıyla ilgili değil mi?
Evet, örneğin alt yapıdaki hocalara “Sizin misyonunuz ne” diye sorduğumuzda, “Türk futboluna yeni yıldızlar yetiştirmek” cevabını alırdık. Halbuki altyapıdaki hocanın amacı iyi vatandaş yetiştirmek, hayat boyu kullanacakları yaşam becerileri kazandırmak ve varsa içlerinden bir yıldız çıkarmaktır.
- A takımı hocaları farklı mı?
Süper ligde de bilimden korkan, masör yerine takım doktorlarını bile yeni dinlemeye başlayan çok sayıda hoca var. Siz Türkiye’de doğru dürüst maç analizini kaç hocadan duyuyorsunuz? Örneğin, en çok “İyi mücadele ettik” sözünü duyarız… Sanki sahaya çıkan takımın ilk ve en temel görevi bu değilmiş gibi. İyi mücadeleden anlaşılan, rakibin oyununu bozmak, hakemin izin verdiği en üst noktada sertlik yapmaktır, Kısacası hocalarla ilgili durum içler acısıdır. Biraz bilimsel tarafı olanlar, örneğin spor akademisi mezunları, top oynamamış, “futbolculuk geçmişi yok” diye bu çarkın içine dahil olamazlar.
- Bir teknik direktörün futbolcu olması gerekir mi, gerekmez mi?
Üst düzeyde futbolcu olması gerekmez. Futbol çok az insanın anlayacağı ve anlamak için de üstün özellikler gerektiren bir oyun değildir. Kendi sistematiği vardır. Bugün önemli ölçüde teknolojik alt yapının kullanıldığı ve bilimsel parametrelerden yararlanılan bir spordur ve başka bir boyutta gelişmektedir. Hocaların içinde e-posta adresi olmayanlar, elini hayatında bilgisayara sürmemiş, “Ben istatistiklere inanmam” diyen süper lig hocaları vardır. İşte bu nedenlerle Türk futbolunun birinci büyük sorunu hocalardır diyorum.
- İkinci büyük sorunu hangisi?
Bunların yetiştirdiği futbolculardır. Futbolcu dünyanın her yerinde arka sokaktan gelir. Yüksek tahsilli, iş adamı, üst düzey memur bir ailenin çocuğu futbolcu olmaz. Böyleleri varsa da bunlar istisnadır. Türkiye’de büyük çoğunlukla, futbolcular gecekonduda oturan, çok çocuklu ailelerin çocuklarıdır. Babaları işçi veya en iyimser esnaf, anneleri de ev kadınıdır. Genç Milli Takım kamplarına gidin, 16-17 yaşındaki futbolcuların bu profili yansıttığını görürsünüz. Bunların arasından 3-4 genç, üç-beş sene içinde plakası adının baş harflerini taşıyan lüks bir arabaya biner, fiyatı on binlerce Euro’larla ölçülen bir saat takar ve buna değer veren hanımlar da onun yanında olur. Böylece de eksenleri kayar. Bu noktada bu gençleri eleştirmek haksızlık olur. Kırklı yaşlarında yüksek eğitimli hangi insanın hayatında bu kadar büyük bir değişiklik olursa sarsılır. Bunun çaresi bu değişikliğe hazırlıklı olmaktır. Ancak oyuncular şöhretli olup, para kazanırlarsa hiçbir sorunları olmayacağını düşünür. Asıl sorunlar da bundan sonra başlar. Bu nedenle Barcelona’nın alt yapısı olan, La Masia’da gençlerin teknik ve taktik dersi 90 dakikadır. Günün geri kalan bölümün zihinsel gelişim, kişilik gelişimi, değer oluşumuna ayrılır.
- Bu neden gerekli?
Profesyonel bir futbolcunun görevi, bizim gençlerimizin düşündüğü gibi, antrenman yapıp, sahaya çıkıp 90 dakika futbol oynamak değildir. Futbolun bütün paydaşları ile sağlıklı ilişkiler kurmak ve yönetmektir.
- Kim bu paydaşlar?
Takım arkadaşları, hocası, teknik ekibin yanındaki yardımcı ekip (masör, fizyoterapist, doktor, psikolog vb), medya, seyirci, hakemler, rakip oyuncular ve sponsorlar… Gençlerin daha 13-14 yaşında bu paydaşlarla ilişkileri nasıl yöneteceği konusunda temel bilgileri alması gerekir. Bir adım sonrasında değerlerle yaşamak konusunda temel bir eğitimden geçmeleri lazım. Bu ders şeklinde değil, karşılarına çıkan insanların rol modellikleriyle olur. Vaka çalışmalarının ele alınması, gündelik hayattaki olayların değerler açısından yorumlanmasıyla olur. Bu konularda hazırlıklı olan genç, bu tür olaylarla karşılaştığında ne yapacağını bilir. Bilemediği zaman da kimden yardım alacağını bilir.
ARDA KARAR VERMELİ
- Makedonya maçı sonrası A Milli takım uçağında büyük bir skandal yaşandı. Arda Turan, gazeteci Bilal Meşe’ye saldırdı, küfürler savurdu. Oysa futbol tarihimiz centilmenlik örnekleriyle dolu… Örneğin bir Metin-Ali-Feyyaz süreci… Ne değişti o günden bu yana?
Bir kere Metin’i kişisel olarak tanıyorum. Metin, GS’li bir ailenin çocuğu. GS’den onu istiyorlar. Ama babası aldığı bir teklif üzerine Beşiktaş’a söz veriyor. Bu arada Metin de GS’dan teklif alıyor ve sevinçle “Baba GS beni istiyor” diyor, babası “olmaz oğlum, söz verdik” diyor. Metin böyle bir ailenin çocuğudur. Babası ”söz verdik” diyor ve Metin Beşiktaşlı oluyor. O gün o değerler geçerliydi. Bugün o değerler anlam taşımıyor.
- Neden taşımıyor?
Değerleri kaybettik. Kutuplaştık. Kutuplaşma, konunun özüyle ilgili olmaksızın pozisyon almaktır. Bugün birçok konuda olduğu gibi.
- Rıdvan Dilmen’in bu konuda Arda’yı desteklemesi çok büyük eleştiri aldı ama…
Bir sporcunun sanat tercihini göstermesi kadar, politik tercihini göstermesi de kendine ait özgürlük alanıdır. Saygı göstermemiz gerekir. Ancak bu durumda futbolcunun da insanların farklı tercihlerinden doğan tepkilerini anlayışla karşılaması gerekir. Ondan sonra da kurban rolüne girmemesi gerekir. Çünkü değerler bedel ödetir. Yetersizliğin işaretlerinden biri kurban rolünü seçmektir.
- Arda’nın milli takımdan kopuşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben o kardeşimizi bir kurban olarak görüyorum. Türkiye’nin yukarda sıraladığım çarpık koşullarının kurbanı. Kendinde bu hakkı görüyor. Ve zaten “pişman değilim, gene yapabilirim” diyor.
- Az önce “yetersizliğin göstergelerinden biri kurban rolü oynamaktır “ dediniz. Şimdi de gazeteci döveni kurban olarak görüyorsunuz…
Yönetemediği kadar karmaşıklaştı ve siyasi olarak destek beklediklerini de rahatsız etti. Buradaki yetersizlik durumu mızrağın çuvala sığmayacak kadar büyük olması.
- Gazeteci dövmek biraz ileri bir boyut değil mi?
Son iki sene içinde, medyaya dönük şiddet gösteren oyuncuların hiç biri cezalandırılmadı. Takımları tarafından bile… Eğer takımlar buna bir tavır koyacak olsa oyuncu bunu yapabilir mi? Barcelona’da bir oyuncunun bunu yapması kolay mı? Ancak bakın kaderin cilvesine, Türkiye’de bunu Barselona’lı bir Türk yapıyor.
- Futbolcuların literatüründe “adam gibi adam” olmak diye bir söz de var. Nedir adam gibi adam olmak?
İngilizcede, “davranışlar, sözlerden daha yüksek sesle konuşur” diye bir söz vardır. İnsanların değerleri sözleriyle değil, davranışlarıyla anlaşılır. Futbolcularımızın hepsi “adam gibi adam olmak”, “karakter sahibi olmak” iddiasındadır. Peki ya davranışları? Futbolcularla beraber olduğum zaman onlara değerlerini yazdırırdım. Birinci sırada ahlak, ikinci sırada din ve inanç, üçüncüde aile vardır. Sonra, bu değerleriyle uyuşmayan davranışlarıyla yüzleştirdiğimde, iki durum arasında ilişki kurmakta zorlanırlardı. Örneğin, “hakemi neden aldattığını” sorduğumda, “oyun içinde bunu yapmanın normal olduğu, hakemin de oyunun bir parçası olduğu” yönünde cevaplar alırdım.
- Bir psikolojik okuma yaparsanız: Arda “Pişman değilim” diyor ama aslında pişman mı?
Pişmanlık yaşıyor mu bilmiyorum ama rahatsızlık duyduğu muhakkak. Bütünüyle talihsiz ve hiç yaşanmaması gereken bir olay. Fevri mi planlı mı, onu bilemem. Ama yakın arkadaşlarının “haklısın” diyerek teselli edeceğini düşünüyorum. Bu düzeyde bir oyuncunun etrafında bırakın profesyonel danışmanı olmasını, fikir alacağı aklı selim sahibi birisinin olması beklenir. Ancak Arda teri soğumadan kendini zor durumda bırakacak yeni açıklamalar yapıyor ve kendi krizini kendi yönetmeye çalışarak işleri iyice içinden çıkılmaz bir duruma getiriyor.
- Peki ne yapmalı?
Arda iyi insan olmaya, paranın dışında değerler taşımaya, futbolculuğundan önce sağlam bir karakter ve değer sistemi sahibi olmaya önem verdiğini fısıldıyor. Ama davranışları, başka yönde bağırıyor. Benim bir büyüğü olarak, abi olarak Arda’ya, yalnız kalacağı ve egosunu da kapının dışında bırakacağı bir odaya girip gözlerini kapatmasını, yaşadıklarını bir kere daha baştan aşağı düşünerek değerlendirmesini ve kendisine şu soruları sormasını öneririm. “Yaşadıklarım, istediğim ve amaçladığım şeyler mi?” “Ben bu konuyu temsil ettiğimi söylediğim ve sık sık tekrarladığım değerlere uygun bir şekilde mi çözdüm?” “ Bu sorun gelecekte hatırlanmak istediğim şekilde çözülebilir miydi?” “Hissettiğim rahatsızlığı ve haksızlığa uğrama duygumu değerlerime uygun başka biçimlerle ele alabilir miydim?” Arda bu soruları kendine sorduğunda doğru cevapları bulacak kadar zeki bir insandır. Ondan sonra da ne yapacağına karar verir.
- Ya yapmazsa?
İnsanların futbol hayatları 30’lu yaşların ortalarında biter. Hayat ise çok daha uzun yıllar devam eder. İnsan, ailesi ve çocuklarıyla sadece kendini destekleyen insanların bulunduğu bir çevrede yaşamayı isteyebilir. Çünkü eşi ve çocuklarıyla dışarı çıktığında tepki göreceğini bilir. Veya rakip takım taraftarları dahil, herkesten saygı duyacağı şekilde yaşamayı isteyebilir. Buna yol açan aktif sporculuk döneminde yaptığı seçimlerdir. Arda da hangisini seçeceğine karar vermeli. Dar bir çevrenin mi, bütün Türkiye’nin kucakladığı birisi mi olmak istiyor. Bunun için de sıklıkla tekrarladığı değerlerin ne anlama geldiğini daha derin olarak düşünmesi gerekiyor.
- Bu şansını henüz kaybetmedi mi yani?
Egosunu ve “haklısın” diyerek rahatlatanları bir kenara koyup yapacağı seçime bağlı. Çünkü bunu yapmazsa, hayatının bundan sonraki bölümünde, mesleğinde saygı gören ve kendinden kırk yaş büyük birine yaptığı saldırıyla hatırlanacak. Bunun da Türkiye’nin uluslararası kariyeri en yüksek bir futbolcusu için istenen bir durum olacağını sanmıyorum.
ADAM GİBİ ADAM OLMAK
- Futbolcuların literatüründe “adam gibi adam olmak” diye bir söz de var. Nedir adam gibi adam olmak?
İngilizcede, “Davranışlar sözlerden daha yüksek sesle konuşur” diye bir söz vardır. İnsanların değerleri sözleriyle değil davranışlarıyla anlaşılır. Futbolcularımızın hepsi “adam gibi adam olmak”, “karakter sahibi olmak” iddiasındadır. Peki ya davranışları? Futbolcularla beraber olduğum zaman onlara değerlerini yazdırırdım. Birinci sırada ahlak, ikinci sırada din ve inanç, üçüncüde aile vardır. Sonra, bu değerleriyle uyuşmayan davranışlarıyla yüzleştirdiğimde, iki durum arasında ilişki kurmakta zorlanırlardı. Örneğin, “hakemi neden aldattığını” sorduğumda, “oyun içinde bunu yapmanın normal olduğu, hakemin de oyunun bir parçası olduğu” yönünde cevaplar alırdım.
BİR EMRİN VAR MI?
- Futbolda gazeteci dövmeler... “Seni evinden aldırırım” yollu tehditler... Milli formayı çıkarmalar… Futbolcuların son dönemlerde artan bu aşırı fevri davranışları neye bağlanabilir?
Çünkü çevrelerinde bu var. Ve cezasızlığı görüyorlar. Türkiye’de şöhretli olduğunuz zaman bir şekilde ve her durumda kayırılıyorsunuz. Bakın Tiger Woods alkollü araba kullanıp sürat yaptı, tutuklandı, sabıkalı resmi gazetelere verildi. Kimse ona ayrıcalık tanımadı. Messi haberinin olmadığını söylediği vergi kaçakçılığında şöhretli olduğu için kayırılmadı. Geçmişte bir hocayla yan yana oturuyorum. Hocanın telefonu çaldı, yüzü değişti. O güne kadar kişisel ilişkisi olmayan önemli bir mafya babası, “Bir emrin var mı” diye soruyor.
AZİZ YILDIRIM’IN YERİNE ALİ KOÇ GELİRSE…
- Türk futbolunun iki önemli probleminden bahsettiniz, hocalar ve futbolcular… Ya üçüncüsü?
Yöneticiler. Futbol kulüplerini yönetenlerin çoğu, iş adamı, varlıklı, patron olsalar da, çağdaş anlamda yöneticilik kavramlarından habersizdir. Örneğin, benim bildiğim kadarıyla, çok azı uluslar arası veya ulusal kurumsal bir şirkette yönetici olabilecek niteliktedir. Böyle olmayan insanların en önemli özelliği kısa vadeli düşünüyor olmaları, insana değer vermemeleri, karşı çıkılmaya tahammülsüz olmalarıdır. Bu nedenle kendi işlerinde olduğu gibi kolayca adam kovarlar ancak bu durum kulübü yönetirken olunca fatura farklı olur ancak bunu kendileri ödemez. Bu kişiler kulübün parasını kolayca harcar, cömert primler vaat ederler ve böylece de “büyük başkan” olacaklarına inanırlar. Daha sonra başarısızlıklar ortaya çıkmaya başladığında, önce hakem, federasyon, medya, kısacası kendileri dışında herkes suçlanır. En sonunda da borçlar bir sonraki yönetimin sırtına yüklenilerek kaçılır. Bu arada vahim bir durum daha olur. Başarısızlık durumlarında hakemlerin suçlanması oyuncuları rahatlatır.
- Neden?
Bir takım 90 dakika gol pozisyonuna girmemiş ve bir hatalı kararla maçı kaybetmiştir. Bu durumda hatalı kimdir? Siz bir hatalı karara mı odaklanacaksınız, 90 dakikalık beceriksizliğinize mi? Böyle olunca da oyuncuların sorumluluktan kurulmuş ve başarısızlıklarına neden olan, kendi etki alanlarındaki çözümden uzaklaşmış olurlar. Bu nedenle bu tavır oyuncuları rahatlatır, “Zaten başkan da söyledi” derler ve “hakemin kurbanı” olma rolünü severek benimserler. Yöneticiler kendi isimlerini parlatmak için oraya gelirler. Toplumda tanınırlık, kendi işlerini geliştirmek, siyasi kanalları açmak için bu göreve gelirler.
- Mesela Ali Koç geldiğinde çok şey değişir mi?
Değişebilir.
- Neden?
Biraz önce söz ettiğim çağdaş yönetim anlayışının gelme ihtimali olduğunu düşündüğüm için değişebilir diyorum. Çünkü Ali Koç’un uluslararası kriterlerde iş yönetme disiplini ve anlayışını getirme ihtimali yüksek. En azından bunu deneyecektir.
- Futbol Federasyonu işini layıkıyla yapabiliyor mu?
Federasyon bu malzemeyi yönetiyor. Bu malzemeden etkilenmemesi düşünülemez. Federasyon başarısını milli takımın ve hakemlerin performansına bağlamıştır. Federasyonların genel eğilimi, kulüplere hakları olmayanı verip, onları kendilerine boyun eğmek durumunda bırakmaktır. Cezalarda, ödemelerde ona göre tutum izlenir. Hakkı olmayanı verir ki, onu istediği gibi kontrol edebilsin. Federasyonda yönetici olanlar Türk futbolunu geliştirmeye yönelik misyon üstlenmek yerine, kendilerini seçtiren kulübü korumaya yönelik bir görevleri olduğuna inanırlar. İçinde olduğum zamandan gayet iyi biliyorum.
- Yabancı oyuncu serbestisi Türk futbolcularda sıkıntı yaratıyor mu?
Yabancı oyuncular çok sağlam sözleşmelerle geliyorlar. Dolayısıyla ödemeleri bir gün gecikse kontratlarını feshetme hakkı doğuyor. Onlar paralarını alırlar, Türk oyuncular alamazlar. Büyük rahatsızlık yaratır. İkinci mesele, yabancı oyuncuyu getirdiği zaman yönetici ister istemez Türk oyuncudan önce şans verir. Türk oyuncular yer bulamazlar. Galatasaray’da yapılan transfer yanlışlarını görüyorsunuz. Yabancı sayısının çokluğu Türk futbolunun önündeki çok büyük engeldir.
- Ancak Arsenal’da 16 yabancı oyuncu var.
Esas yanılgı da burada. Hocaları dahil hepsi yabancı da olsa, soyunma odasında herkes İngilizce konuşur. Bir takımı, takım yapan ortak dildir. Hocanın söylediğini kafasına göre tercüme eden dört tercümanın olduğu soyunma odasından “takım ruhu” nasıl çıkar?
- Neden önüne geçilmiyor?
Çünkü kulüpler istiyor ve federasyon buna boyun eğiyor.
- Son olarak ne yapmalı?
Artık futbol aleminde eski yaptıklarımızı yapmaya devam ederek, hatta onları çok daha iyi yaparak futbolun önde gelen ülkeleriyle aramızdaki farkı kapatamayız. Çünkü artık futbola bilim girdi. SAP programları işin temelini oluşturuyor. Bu durum, “delikli demir icat oldu, mertlik bozuldu” durumuna benziyor. Bu araçları anlayacak ve kullanacak genç ve eğitimli insanlara ihtiyaç var. Yetenekli kuşak ilüzyonundan kurtulmalıyız. Bu konuda yanılmayı ve mahcup olmayı çok isterim. Çünkü ülkemi de futbolu da seviyorum. Eğitimsiz olmak kusur değil, imkan varken buna sırt çevirmek kusurdur.
KİMDİR?
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nü tamamlayan Acar Baltaş, doktora çalışmasını Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı’nda yaptı. 1981’de Tıp Bilimleri Doktoru, 1996 yılında profesör oldu. 1996-1999 yılları arasında Türk A Milli Futbol Takımı, 2002-2003 sezonunda Galatasaray’da psikolojik danışmanlık yaptı. Bu görevi 2005 yılında Türk A Milli Futbol Takımı’yla sürdürdü. Türkiye Futbol Federasyonu bünyesinde antrenörlere yönelik ‘genç sporcularda karakter gelişimi’ programlarını yönetti.
Paylaş