HRANT Dink’in menfur bir cinayete kurban gitmesinden sonra toplumda ortaya çıkan umut verici dayanışma ve hoşgörü ortamı uzun sürmedi. Irkçı milliyetçilik güdüsü ile nefret kültürü hemen su yüzüne çıktı.
Öldürülenle empati duygusu ifade etmekten başka bir anlamı olmayan "Hepimiz Ermeni’yiz" sözüne karşı futbol maçlarında sloganlar atıldı. Jandarmaları ve polisleri, Türk bayrağıyla poz veren katille beraber gösteren video görüntüleri ortalığı karıştırdı.
Bu şekilde fotoğraf çektirmenin geleneklere uygun olduğu iddia edilse de kurumlar sorumluluğu birbirlerinin üstüne attılar. Çok kullandığımız "derin devlet" teriminin "derin zaafları olan devlet" manasına geldiğinin daha çarpıcı bir kanıtı olamazdı.
* * *
İktidar, seçim kaygısıyla karar almakta sürekli ürkeklik gösterirse, muhalefet bütün enerjisini, ülke için ne pahasına olursa olsun, iktidarı hırpalamak ve yıpratmak amacına hasrederse, kurumlar görevlerini yerine getiremezlerse veya kendi politik tercihleri doğrultusunda yetkilerinin sınırlarını zorlarlarsa güçlü devletten bahsedilebilir mi?
Bu karamsar siyasi tabloda ekonominin her şeye rağmen şimdiye kadar istikrar ve ivmesini koruması neredeyse bir mucize!
Şiddeti körükleyen etnik milliyetçiliğin önünü kesmek için galiba bir hayli geç kalındı. Kökleşmiş toplumsal bir psikozun tedavisi çok zor. Bu milliyetçiliği besleyen yayınlara, televizyon dizilerine, filmlere, internet yolu ile kışkırtmalara son vermek çok büyük bir mücadeleyi gerektirir. Oysa, en basit adımlar bile atılamıyor.
Bunun en güzel örneği, Ceza Yasası’nın 301. maddesinin bir türlü değiştirilememesidir. Bu maddeye göre açılan birçok davanın olayların tırmanmasına zemin hazırladığı inkár edilemez.
Her nedense Adalet Bakanı başından beri bu maddeyi savunuyor, maddenin yazılış biçimine AB tarafından itiraz edilmediğini, hatta dava açılması için peşinen Adalet Bakanlığı’nın izninin alınması gerektiği yolunda eskiden mevcut hükmün kaldırılmasını AB’nin istediğini ileri sürüyor.
Doğru değil. Avrupa Konseyi ile AB Komisyonu’nun birlikte hazırladıkları ve Eylül 2004’te Adalet Bakanlığı’na sundukları rapor, tam aksine, dava açılabilmesi için Adalet Bakanlığı’nın peşin izninin gerekli olduğunu vurguluyordu.
* * *
Raporun ilgili kısmını 2004 yılı sonundaki bir makalemde nakletmiştim. Metnine tekrar bakalım:
"Anglosakson hukukunda 302-304 (şimdiki 301) hükümleri mevcut değil. Kıta Avrupası’nda benzer hükümler varsa da modern Avrupa devletlerinde çok nadiren uygulanıyorlar. Türkiye, kıta Avrupası hukukunu benimsediği için 302-304 maddelerinde mevcut hükümlerin tamamen kaldırılması beklenemez.
Ancak bu hükümler çok nadiren ve daima Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi göz önünde bulundurularak uygulanmalıdır. Diğer taraftan mevcut yasanın 160 (2) maddesine göre 304. maddenin kapsamına giren davaların açılması Adalet Bakanlığı’nın iznine tabidir.
Bu hüküm yeni 304. maddede yer almalıdır. Bu suretle hükümet bu maddenin eşit ve çok kısıtlı bir şekilde uygulanmasını sağlamak imkánını elde eder."
Rapor gayet sarih. Anlaşılan Adalet Bakanı, kendi bakanlığının 301 kapsamında açılacak davalarda sorumluluk almasını kesinlikle istemiyor. Sebebini tahmin etmek zor değil.
301 mutlaka değiştirilmelidir. Çeşitli hukuk kurumları gayet makul öneriler ileri sürmüşlerdir: "Türklük" ibaresi yerine "Türk ulusu" demek, cezaları hafifletmek ve davaların açılmasını Adalet Bakanlığı’nın iznine tabi tutmak.
Neden muhalefet karşı çıkıyor ve hükümet ayak sürüyor? Bu sorunun cevabını bildiğimiz için korkuyoruz.