11 Kasım 2008
BİRKAÇ gün önce, bir televizyon kanalında izlediğim Obama hakkındaki bir tartışmada şöyle bir konuşma cereyan etti: "Soru: Obama’nın seçilmesi bir projenin uygulanması değil mi? Cevap: Hiç kuşkunuz olmasın." Evet, Obama ABD başkanlığına seçilince dünyanın hiçbir ülkesinde rastlanmayan bir tepki Türkiye’de baş gösterdi. Profesyonel komplo teorisyenlerimiz derhal bir kurgu yarattılar: Obama normal bir demokratik seçimle işbaşına gelmiş gibi görünse de bu aslında ABD derin devletinin hazırladığı bir projenin uygulanmasından başka bir şey değildi!
Yani derin devlet ta başından beri Obama’yı Demokratların adayı olarak hazırladı, onun karşısına Hillary Clinton’ı çıkardı, fakat adaylık mücadelesinde Obama’yı tuttu, Cumhuriyetçi aday olarak da da McCain’i tercih etti, onu zayıflatmak için Sarah Palin’i başkan yardımcısı adayı olarak öne çıkardı, McCain ile Obama başa baş giderlerken Obama’ya yeni bir ivme vermek amacıyla bu sefer de çok şiddetli bir ekonomik kriz tahrik etti ve sonunda Obama büyük bir zafere ulaştı!
* * *
Müthiş bir kurgu değil mi? Arkasındaki hayal gücüne hayran olmamak mümkün değil. Avrupa’da siyaset bilimcileri, Obama’nın seçilmesini Amerikan toplumunun muazzam kendini yenileme gücünün bir kanıtı olarak görürken ve kendi ülkelerinde bir Obama vizyonunda bir lider yetişmemesinden sızlanırken ne kadar yanılıyorlar!
Onlara gerçekleri ifşa etmemiz lazım! Ne var ki Avrupa büyük filozof, matematikçi ve bilim adamı Rene Descartes’ın memleketi. Descartes, "Düşünüyorum, demek ki varım" demiş. Düşüncenin temelinde de "kuşku" var.
Aklınıza gelen bir fikre hemen itibar etmeyeceksiniz, "Acaba doğru mu düşünüyorum" diyeceksiniz. Tabii zahmetli bir süreç. Hoşunuza giden bir kalıp fikre saplanırsınız, onu benimsersiniz ve her defasında tekrar ederek rahat edersiniz!
Obama’nın seçilmeden önce bazı beyanlarının Türkiye’ye kaygı verecek nitelikte olduğu doğrudur. Örneğin, Afganistan’a NATO müttefiklerinin daha fazla asker göndermelerini isteyeceğini söylemiştir. Ama her istediğine evet demek mecburiyetinde değiliz.
PKK terörüne karşı çok çetin bir mücadele veren bir ülkenin Afganistan’a ek kuvvet talebini kabul etmemesinden daha doğal bir şey olamaz.
Obama, Kıbrıs’taki Türk kuvvetlerini de "işgal kuvvetleri" olarak nitelendirdi, fakat Kıbrıs meselesinin çözümü için ileri sürdüğü kıstaslar KKTC ile birlikte benimsediğimiz kıstaslardan pek farklı değil.
Kaldı ki Kıbrıs’ta Türk ve Rum liderleri arasında cereyan eden müzakerelerin bir çözümle sonuçlanmayacağını hepimiz biliyoruz. Obama’da bizi en çok rahatsız eden, "Ermeni soykırımı" iddiasına yer veren bir Temsilciler Meclisi kararını destekleyeceği yolundaki ifadesidir.
Bunun bir seçim vadinden ibaret olup olmadığını zaman gösterecektir. Ancak ABD başkanlarının zaten her yıl 24 Nisan’da, "soykırım" kelimesini kullanmamakla birlikte çok ağır ifadeler içeren, 1.5 milyon Ermeni’nin katledildiğini ve bunun bütün insanlık için unutulmaması gereken bir trajedi olduğunu vurgulayan mesajlar yayınladıkları unutulmamalıdır.
Temsilciler Meclisi’nin Ermeni iddialarını benimseyen bir kararını önlemek için elimizden geleni yapalım, fakat bunu ilişkilerin temel sorunu haline getirmenin menfaatlerimize uygun düşmeyeceğini de hatırda tutalım.
Diğer taraftan, aleyhimize bir gelişmeyi önlemenin en iyi yolunun Cumhurbaşkanımızın inisiyatifi ile Türk-Ermeni ilişkilerinde yaratılan yeni ortamı somut bir içerikle tamamlamak, güçlendirmek olduğu bilinciyle hareket edelim.
* * *
Obama, Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını destekler mi? Böyle bir devlet, Irak’ın parçalanması, güneyde bir Şii devletin ortaya çıkması ve İran’ın Körfez bölgesinde nüfuzunun tehlikeli ölçüde artması sonucunu doğurur. ABD bunu niye istesin?
Değerlendirmelerimizi akılcılıkla yaparsak politikalarımız o oranda isabetli olur.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2008
BARACK Obama’nın başkanlık seçimlerinde kazandığı parlak zafer yalnızca Amerika’da değil, fakat neredeyse her tarafta büyük sevinç ve heyecanla karşılandı. ABD’nin Bush yönetimi devrinde dibe vuran prestiji bir anda yükseldi. Obama’ya Amerikan halkının yanı sıra bütün dünya büyük ümitler bağlamış bulunuyor. Ne var ki, inanılmaz derecede güçlüklerle dolu bir zamanda ABD’nin kaderini ele aldığı da bir gerçek.
Bunun farkında olduğu içindir ki, seçimi kazandıktan sonraki konuşmasında, vaat ettiği köklü değişim sürecinin tamamlanması için birkaç ayın, bir iki yılın değil, belki de bir dönemin bile yetmeyeceğini özellikle vurgulamak istedi.
* * *
Ekonomik açıdan bakıldığında Türk siyasetinde çok sık kullandığımız bir tabirle Obama’nın bir enkaz devraldığını söylemek yanlış olmayacaktır. ABD halen 1929 krizinden beri görmediği boyutta bir buhranın içinde.
14 trilyon dolarlık bir milli gelire karşın dış borcu 8 yılda 10 trilyon dolara varmış. İşsizlik ve fakirlik gittikçe artıyor. 450-500 milyar dolar civarında olan bütçe açığına şimdi, finans kuruluşlarını iflastan kurtarmak amacıyla oluşturulan paketin 700 milyar dolarlık maliyeti eklenecek.
Bu durumda Obama’nın, programında yer alan, dar gelirlilere yardım, sağlık sigortası sisteminin reformu, "mortgage" krizi yüzünden evlerini kaybedenlere mali destek, çevre ve yenilenebilir enerji kaynakları için öngörülen yaklaşık 300 milyar dolarlık finansmanı nasıl bulunacağı belli değil.
Dış politika gündemi de en az ekonomik gündem kadar Obama’yı zorlayacak. Irak, Afganistan, Pakistan ve İran’da karşılaştığı sorunlar acil çözüm bekliyor. Irak’tan ABD’nin kuvvetlerinin 16 ay içinde çekilmesini öngören planının uygulanması ne derecede mümkün olacak? Irak’ın kendi iç dinamikleri ABD kuvvetleri çekildikten sonra ülkenin istikrarını, iç barışını ve toprak bütünlüğünü nasıl etkileyecek?
Irak’ta bir sivil savaş patlak verirse komşu ülkelerin tepkileri ne olur?Bu sorulara yanıt bulmak hiç de kolay değil. Afganistan’a gelince, Obama Irak’tan çekeceği iki tugayı oraya göndermek istiyor. İyi de, ne kadar kuvvet gönderirdeniz gönderin Taliban ve El Kaide tasfiye edilebilir mi?
Şu sırada Taliban’a karşı bir açılım, onun bir kanadı ile temas kurmak da gündemde. Taliban’ın da katılacağı bir koalisyon hükümeti Afganistan’da ne kadar kalıcı olur? Taliban El Kaide’ye karşı cephe alır mı? Cevapsız kalacak çok soru var.
Afganistan’daki gelişmelerin Pakistan’ın siyasi istikrarı ve Pakistan-ABD ilişkileri üzerindeki etkisini de unutmamak gerekir. Taliban ve El Kaide Pakistan’da hükümetin kontrol edemediği veya kontrol etmek istemediği bölgelerden destekleniyor ve besleniyor.
Afganistan’daki istikrarsızlık Pakistan’a sirayet ediyor. Bugün, üstelik, ekonomik çöküntünün eşiğinde olan Pakistan’da yönetimin güçlü ve tutarlı bir politika izleyecek kapasitede olduğu söylenemez.
* * *
Obama İran’a da açılımda bulunmak niyetinde. İran’ın nükleer programlarını Tahran ile önkoşulsuz müzakereler yoluyla durdurmayı denemek istiyor. Başarılı olursa bir çatışma önlenmiş olur. Fakat İran nükleer silah imaline yönelik uranyum zenginleştirmesine devam ederse ve İsrail ABD’nin havadan saldırılarla müdahalede bulunması için ısrarlı davranırsa veya bizzat kendisi Iran nükleer tesislerini bombalarsa ne olacak?
Rusya’ya gelince, Obama seçilir seçilmez, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne yerleştirilecek füzesavar sistemine karşı Baltık kıyısına kısa menzilli füzeler konuşlandıracağını açıkladı. Rusya’ya karşı güdülecek politika da öncelikler arasında.
Obama’yı bekleyen daha da çok karmaşık ve zor sorunlar mevcut. Çok güçlü bir kabineye, yaratıcı ve deneyimli bakanlara ve danışmanlara, müttefiklerinin desteğine, kendine güvene ihtiyacı büyük.
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2008
YARIN sabah Türkiye saatiyle 07.00’den sonra ABD başkanlık seçimini kimin kazandığı belli olacak. Bu seçimi dünya büyük bir ilgi ve heyecanla izliyor; çünkü yeni başkanın politikaları küresel sorunlarda olduğu kadar bölgesel sorunlarda da şu veya bu şekilde bütün ülkeleri geniş ölçüde etkileyecek. 2000 yılındaki seçimlerde George W.Bush değil de Al Gore kazansaydı, belki 11 Eylül saldırısına daha akılcı bir tepki gösterilir, ABD Irak macerasına girişmez, dünya ekonomik dengeleri bugünkü gibi altüst olmaz, iklim ve çevre konularına daha büyük öncelik verilir, Amerika’nın saygınlığı bu kadar sarsılmazdı.
Bu son seçimlerde adaylar arasındaki fark daha da çok belirgin. McCain, istese de istemese de Bush ile özdeşleşiyor, gerek yaşı gerek temel siyasi felsefesiyle daha çok geçmişi temsil ediyor. Barack Obama ise gençliği, dış politikaya yaklaşımı, ekonomik ve sosyal vizyonu ve hassasiyetleri, kişiliği ve aile tarihiyle bambaşka bir imaj yansıtıyor, "ilk küresel başkan" adayı olarak algılanıyor.
Amerikan başkanlık seçiminde dünya oy kullanabilseydi, Obama mutlaka kazanırdı. Ne var ki Amerika’da ırk faktörünün hálá bir rol oynayıp oynamadığı ancak seçim sonucunda belli olacak.
* * *
McCain dış politikada ve güvenlik politikasında çok büyük deneyim sahibi olduğunu iddia ediyorsa da, bu alanda Obama’nın ev ödevini çok daha iyi yaptığını görüyoruz. Dış politikanın hemen her yönü hakkında Obama’nın ekibi ayrıntılı belgeler hazırlamış bulunuyor.
Ortadoğu konusundaki belli başlı yaklaşımları geçen cumartesi günkü makalemde ele almıştım. Bugün bu belgelerde Türkiye ve Kıbrıs hakkında vurgulanan görüşleri kısaca nakletmek istiyorum. Türkiye hakkında aynen şöyle deniyor:
"Türkiye ile stratejik ortaklığı onarmak önemli bir hedeftir. Obama ve Biden, istikrarlı, demokratik ve Batı’ya yönelik bir Türkiye ile yakın ilişkilerin ABD’nin milli çıkarı için hayati olduğu kanaatindedirler. İki ülke arasındaki ilişkiler Bush yönetiminin yanlış ve kötü yönetilen Irak’a müdahalesi yüzünden gerginleşmiş ve bu durum PKK terörünün yeniden canlanmasına katkıda bulunmuştur.
Sonuçta stratejik açıdan önemli bu NATO müttefikimiz ve İslam dünyasının en ileri demokrasisi Batı aleyhine dönmüş, son kamuoyu yoklamalarında Türklerin ancak % 12’sinin ABD hakkında olumlu düşündüğü ortaya çıkmıştır.
Obama ve Biden, Türk ve Iraklı Kürt liderlerin bir araya gelerek PKK tehdidini kapsamlı bir şekilde ele alan, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü garanti eden, Kuzey Irak’ın çok ihtiyaç duyduğu Türkiye’den yatırımları ve Türkiye ile ticareti kolaylaştıran bir anlaşmaya varmaları için diplomatik bir atılıma girişeceklerdir."
Kıbrıs’a gelince, dış politika belgesinde, Kıbrıs’ın, iki toplumun kendi coğrafi bölgelerinde özlü yetkilere sahip bulunacakları tek bir devlet olarak kalmasını sağlayacak ve mülkiyet, toprak, mülteciler ve güvenlik sorunlarını çözümleyecek bir anlaşmaya müzakereler yoluyla varılması desteklenmektedir.
Gerek Türkiye gerek Kıbrıs’la ilgili belgelerdeki bazı yazılış biçimlerini ve terimlerini yadırgasak bile esas yaklaşımın olumlu olduğu değerlendirmesini galiba yapabiliriz.
* * *
Obama ekibinin belgelerinde Ermeni "soykırımı" iddialarına atıf yok. Ancak Obama’nın bazı Ermeni kuruluşlarına yazdığı mektuplarda bu iddiaları destekleyeceğini ifade ettiğini biliyoruz.
Bir Ermeni internet sitesinde çıkan habere göre, Başbakanlık Dış Politika Başdanışmanı, Obama’nın danışmanlarıyla yaptığı temaslarda "soykırım"ın tanınmasının Türkiye-ABD ilişkilerine büyük zarar vereceğini bildirmiş.
Biraz zamansız bir girişim değil mi? Nitekim, Amerika Ermeni Komitesi’ne göre, daha sonra Obama imzasını taşıyan bir açıklama "soykırım" iddiasına desteği yenilemiş.
Seçimden önce bir başkan adayının müşavirleriyle spesifik bir konu üzerinde odaklanmanın ve bütün ilişkilerin geleceğini peşinen buna indirgemenin isabeti tartışılabilir. Diplomaside nüans önemlidir, işgüzarlık tehlikelidir.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2008
ÖNÜMÜZDEKİ yıl Türk dış politikasının en fazla odaklanacağı bölgeler, büyük bir olasılıkla Ortadoğu ve Kafkasya olacak. Ortadoğu, çünkü her şeyden önce Irak’ta dengeler değişecek ve İran belki bugünkü uzlaşmaz politikasını devam ettirmekte zorlanacak.
Kafkasya, çünkü Gürcistan’la ilgili gelişmeler yeni bir yön alabilir, enerji nakil projeleri daha fazla ivedilik kazanabilir ve Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan denklemi önemli değişikliğe uğrayabilir.
Bu bölgelerdeki gelişmeler, kuşkusuz ABD Başkanlık seçiminden büyük ölçüde etkilenecektir. McCain seçilirse aşağı yukarı Bush siyasetini sürdüreceğini varsayabiliriz. McCain "zafer" kazanılmadan Irak’tan kuvvet çekmeyeceğini söyleyip duruyor, fakat zaferden ne kastettiği sarih değil.
Gerçekte Irak’ta zafer söz konusu olamaz. ABD’nin yapabileceği tek şey, kabil olduğu kadar az zararla Irak’tan ayrılmaktır. Barack Obama bu gerçeğin farkında. Irak’taki muharip kuvvetlerden her ay bir veya iki tugay çekmeyi ve tahliyeyi 2010 yazı civarında tamamlamayı öngörüyor.
Obama, Irak’ta sürekli üs bulundurmak niyetinde olmadığını da ısrarla belirtiyor. Irak’ta ancak El Kaide ile mücadeleyi yürütecek, Irak ordusunu eğitecek ve Amerikan sivil ve diplomatik personeli koruyacak kadar asker bırakılacak. Obama ayrıca bölge ülkelerinin Irak’ın işlerine karışmalarını engelleyeceğini vurguluyor.
* * *
Peki, ABD kuvvetlerini çektikten sonra Irak’ın akıbeti ne olacak. Bu konuda tahminde bulunmak çok zor, fakat şimdiden endişe verici bir tablo mevcut. Başlıca güçlüklerden biri, Kuzey Irak Kürt yönetiminin yayılmacı emellerinden kaynaklanıyor.
Kürtler yalnızca Kerkük’ün kendi bölgelerine dahil edilmesinin peşinde değiller, Musul bölgesi üzerinde de iddiaları var. Çatışmaların yoğunlaştığı ve Hıristiyanların baskı altında göçe zorlandığı Musul’un yönetimini, Amerikan kuvvetlerinin peşmergelere verdiği güçlü destekle şu anda ellerinde bulundurdukları için Sünniler ve Şiiler ile ihtilaf halindeler.
Henüz entegre bir Irak ordusu kurulamadığından, üç tarafın milisleri arasında çıkabilecek çatışmalar bir sivil harbe kadar gider mi? Şimdiki aşamada bu konuda da tahminde bulunmak imkánsız. Ne var ki, kendi başına kalmış bir Irak’a karşı Türkiye’nin çok dikkatli bir politika izlemesi gerekecek.
Bir yandan Kürt yönetiminin yayılmasını önlemek, diğer yandan kendi sorunlarımız dolayısıyla Kürt yönetimi ile işbirliğinden yararlanmak mecburiyetinde kalabileceğiz.
İran’a gelince, Obama Tahran’a karşı askeri müdahale uyarılarını zamansız buluyor. Tahran ile önkoşulsuz müzakerelere taraftar. İran nükleer silah imali programından vazgeçerse onunla normal diplomatik ilişkiler kurulabileceğini, ekonomik altyapı yardımları yapılabileceğini ve İran’ın Dünya Ticaret Örgütü üyeliğinin desteklenebileceğini düşünüyor.
Petrol fiyatlarındaki ani ve çok büyük düşüş de İran’ı daha kırılgan hale getirdi. Thomas Friedman’ın, 28 Ekim’de New York Times Gazetesi’nde yayımlanan makalesinde belirttiği gibi, yüksek petrol fiyatı sayesinde İran kendisine uygulanan yaptırımlardan fazla etkilenmedi, yakıt ve gıda fiyatlarını düşük tutabildi ve iş yaratabildi.
Petrol fiyatının 150 dolar seviyesinden 60 dolara kadar inmesi ise bu imkánı yok etti. Petrol fiyatının bugünküne yakın seviyede kalması Tahran rejimini ciddi surette zayıflatabilir.
* * *
Friedman, Sovyetler Birliği’nin 1970’lerde yüksek petrol fiyatına dayanarak güttüğü politikaların 1980’lerde fiyatlar düşüşe geçince iflas ettiğini ve bu durumun Sovyet sisteminin çöküşünde kritik rol oynadığını hatırlatıyor.
Kafkasya’ya gelince, gerçekleştirdiğimiz diplomatik atılımları nasıl devam ettireceğimiz belli değil. Kapsamlı bir istikrar paketi geliştirmek politikamızın bir kısmını, özellikle Karabağ sorununun çözümünü Rusya üstlendi.
Dünyada çok olumlu yankılanan Cumhurbaşkanımızın Erivan ziyaretinin arkasının gelmesi de güç görünüyor. Ermenistan politikamıza bir an önce daha somut bir içerik vermeliyiz.
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2008
TÜRKİYE’nin çok özgün bir yargı sistemi var. Başka demokratik ülkelerin sistemlerinden oldukça farklı. Ergenekon davasını alın. Savcının iddianamesi, silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek, cebir ve şiddetle hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs gibi ağır suçlamalar ihtiva etmektedir. Ancak 2500 sayfalık iddianamenin içinde davayla uzaktan yakından ilgili olmayan özel telefon konuşmaları da yer alıyor. Bu kadar karmaşık ve uzun bir iddianamenin okunması ve irdelenmesi kim bilir ne kadar sürecek? Kaldı ki söz konusu olan daha birinci iddianame, bir kısmı tutuklu olan ikinci bir parti sanık için yeni bir iddianame düzenlenecek.
Ya tutuklulardan bir kısmı dava sonunda beraat ederlerse ne olacak? Çektikleri maddi ve manevi ıstırap nasıl tamir edilecek? Yargı sistemimizin garipliklerinin bir örneği de Yargıtay Başsavcısı’nın AKP’nin kapatılması davası için hazırladığı iddianamedir.
Bunda, gazetelerden ve internet sitelerinden derlenen kanıtların orijinal metinlerinden farklı olduğu şimdi ortaya çıktı. Metinlerde böyle değişiklikler yapılması, Türkiye’nin politik istikrarını etkileyecek nitelikte bir davanın önemi ve ciddiyeti ile ne kadar bağdaşır?
* * *
Anayasa Mahkemesi’nin türban ve AKP’yi kapatma davalarında aldığı kararlar ve bu kararların gerekçeleri ise yargı sistemimizde de çok daha geniş boyutlu sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu göstermekten geri kalmıyor. Türbana üniversitelerde izin veren Anayasa değişikliğine karşı CHP’nin açtığı davada Anayasa Mahkemesi’nin aldığı iptal kararının Anayasa’ya uygunluğu çok tartışılmıştı.
Bizzat Mahkeme Raportörü’nün görüşünde belirttiği gibi, Mahkeme Anayasa değişikliklerini ancak şekil bakımından denetleyebilir, esastan denetleyemez, Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri bu çerçevede dermeyan edilemezdi. Mahkeme buna rağmen iptale karar verdi.
Bu karar her ne kadar politik bir krizi önlemek gibi bir işlevi yerine getirdiyse de hukuka aykırılığında tereddüt olamazdı. Birkaç gün önce açıklanan karar gerekçesi ise Türkiye’nin anayasal sistemi hakkında daha da endişe verici bir tutum yansıtmaktadır; çünkü bu gerekçe normal demokratik süreçle seçilen yasama meclislerinin yeni bir anayasa kabul etmek veya mevcut anayasayı değiştirmek hakkını neredeyse tanımıyor.
Kurucu iktidarın halk ve onun seçtiği parlamento olduğu kavramını kabule yanaşmıyor. Mahkemenin kurucu iktidar tanımı şöyle: "Ülkenin siyasal rejiminde çeşitli etkenlere dayalı olarak ortaya çıkan kesintilerin ürettiği ve ortaya çıkış biçimi itibarıyla hukuksal çerçeve dışında kalan irade."
Profesör Ergun Özbudun bu tanımlamadan hareketle, Zaman Gazetesi’nde 23 Ekim’de yayımlanan makalesinde, "Bundan çıkan anlam, tümüyle yeni bir anayasanın, ancak ihtilal, darbe, iç savaş gibi kesintilerin ürünü olabileceği gibi, akıl ve mantığın kabul edemeyeceği bir anlamdır" demekten kendini alamamış.
Ne gariptir ki CHP de Anayasa Mahkemesi’nin kurucu iktidar teorisine katılırken, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren bile 1982 Anayasası’nın o zamanın koşullarına göre hazırlandığını, fakat parlamentonun mevcut Anayasa’yı değiştirebileceğini daima söyledi.
Bizde kraldan fazla kral taraftarı çok. Askeri müdahalelerin çığırından çıkmasında onların rolü az mıydı?
* * *
AKP’yi kapatma davasındaki kararı hakkında Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesi de çelişkilerle dolu. AKP’ye kapatma yaptırımının uygulanmamasının nedeni, AKP’nin AB politikalarıymış!
Bu politikaların Anayasa Mahkemesi tarafından desteklenmesi kuşkusuz sevindirici. Fakat Anayasa Mahkemesi, o zaman, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadının önceliğini tanıyan Anayasa hükmünü kararlarında niye göz önünde bulundurmuyor?
Bugünkü hukuki ve politik kilitlenmeden kurtulmanın tek çaresinin yeni bir Anayasa olduğunu ileri sürenler haklıdır. Ancak Anayasa Mahkemesi, artık Anayasa’nın kısmen veya tamamen değiştirilmesinde tam bir veto hakkına sahip çıkıyor. Bu engel nasıl aşılır?
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2008
BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmemizin sevinci pek uzun sürmedi. Ekonomik, toplumsal ve siyasi krizler birbirini izliyor. Küresel mali krizden gelişmiş ülkeler kadar etkilenmedikse de, ekonomimizin 2009 yılında daralacağı ve şimdiden yükselen işsizliğin daha da hız kazanacağı, enflasyonun artacağı, ekonomik dengelerinin korunması için gereken dış finansmanı bulmakta bir hayli zorlanacağımız kesin. Fakat endişe yaratan gelişmeler ekonomik faktörlerden ibaret değil. PKK terörünün tırmanması, terör eylemlerinin yeniden şehirlerde sivil halkı hedef alması, ülkenin çeşitli yerlerinde etnik milliyetçilikten kaynaklanan gerginliklerin şiddete dönüşmesi, Öcalan’a İmralı’da kötü muamele yapıldığı şayiaların yayılmasının ardından Güneydoğu’da halk ile güvenlik kuvvetlerinin çatışması siyasi bunalımı derinleştiriyor. Ergenekon davası politik kutuplaşmayı artırırken, Anayasa Mahkemesi’nin karar ve gerekçelerinin anayasal sistemimizi ciddi zaafa uğratmaktan geri kalmadığı da bir gerçek.
* * *
Her zaman olduğu gibi terör tırmanmaya geçince Kürt meselesi hakkında pek çok fikir ortaya atılıyor. Bunların birçoğu son derece isabetli. Ne var ki bazı şartlar bir araya gelmedikçe tutarlı bir politika ve çözüm konsepti ortaya çıkaramayacağımızı biliyoruz. Bu koşulların en önemlisinden hálá yoksunuz, çünkü problemin özü hakkında siyasi oydaşmaya dayanan bir teşhis mevcut değil. Bir kesim sorunu sadece bir terör sorunu olarak görüyor, teröristlere karşı mücadele başarı ile yürütülürse işin biteceğine inanmakta direniyor. Eskiden beri hákim dürtülerimizin tesiriyle sorunun dış müdahalelerden kaynaklandığı kanaati de yaygın bulunduğundan, çözümü de başkalarından beklemek eğilimi oldukça kuvvetli. 25-30 yıldan beri bu yaklaşımın bir türlü sonuç vermediğini, terörün zaman zaman duraklasa bile birdenbire yeniden daha büyük bir ivme ile canlandığını ise artık kabul etmeliyiz. Siyasi bir hedef olmadan terörle mücadele orduyu da yıpratıyor.
* * *
Kürt meselesinin tarihi gelişmesinin bugünkü açmazdaki rolünü de iyi irdelemeliyiz. Osmanlı İmparatorluğu, Kürtleri, etnik ve kültürel farklılıklarını tanıyarak bir ölçüde devletin otoritesine tabi tutmuştu. Cumhuriyet asimilasyon politikasını benimsedi, fakat bu politikanın başarılı olmasını sağlayacak uygulamaları gerçekleştiremedi. Kürt nüfusunun artması, sınırlarımız dışında Kürt milliyetçiliğinin güçlenmesi meseleyi daha da kritik hale getirdi. Bugün ise tek çare, devlerin bütünlüğünü koruyacak ve toplumsal barış ve dayanışmayı sağlayacak bir entegrasyondur. Bunu da Kürt kimliği tanınmadan ve bu tanımanın gerekleri yerine getirilmeden başaramayız. Birtakım kavramların içine kapanıp hareketsiz kalmamalıyız. Örneğin Genelkurmay Başkanı 17 Eylül’deki iletişim toplantısında, AB üyeliği bağlamında, "Ulus devlet ve üniter devlet yapısı ile oynanmamalıdır" dedi.
* * *
Üniter devlet kavramında kuşkusuz sorun yok. Üniter devlet federasyonun tersidir, ülkenin her yerinde aynı kanunların geçerli olduğu bir sistemdir. Fakat bu sistem içinde de, demokrasilerde, bir ölçüde ademi merkeziyete gidilebilir. Ulus devletin ise iki türlü anlamı olabilir. Birincisi Avrupa’da kuvvet dengesini korumak amacı ile 1648 Vestfalya Antlaşması’nın kurduğu sistemi ifade etmektedir. Merkezden yönetilen, sınırları belirli, birbirlerinin egemenliğini tanıyan bir devletler manzumesi. Bu devletlerin nüfusunun aynı etnik kökenden gelen veya aynı kültürü benimsemiş bir nüfus olması şart değildir. Bu anlamda Osmanlı devleti de bir ulus devletti. Fakat başka bir kavrama göre ulus devlet aynı etnik kökenden gelen veya aynı kültürle kaynaşmış bir milletin devletidir.Bu tarifi seçersek Kürt meselesini nasıl hallederiz?
* * *
Bugünkü hükümet, en doğru politikayı seçebilse dahi, ciddi kırılganlıkları ve maruz kaldığı şiddetli siyasi ve kurumsal muhalefetle fazla mesafe kaydedemez.
Görünen o ki bocalamaya devam edeceğiz.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2008
ASLINDA Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğine seçilmesinde bir fevkaladelik olmaması gerekirdi. Türkiye’den çok daha küçük ve jeopolitik önemi hiç olmayan ülkeler de konseyin geçici üyeliğine sürekli seçiliyorlar. Halen bu ülkeler arasında örneğin Kosta Rika ve Burkina Faso var. Türkiye’nin 1960’ların başından beri seçilememesinin nedeni, Kıbrıs meselesi olmuştur. Yunanistan da aynı nedenle yakın zamanlara kadar konseyde yer alamamıştı. Bu sefer seçilmemizin asıl sevinilecek yönü, gereken oy sayısının çok üstünde, 150 devletin desteğini sağlamamızdır.
Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur, diyenlerin haksızlığı ortaya çıkmış, ülkemiz yoğun bir diplomatik girişim, açılım ve lobi faaliyetiyle büyük bir başarı kazanmıştır. Bu maksatla yapılan masrafların yüksekliğinden şikáyet etmek de doğru olmaz.
Yaptığımız yatırım, Güvenlik Konseyi’ne iki yıl için seçilmemizin çok ötesinde Türkiye’nin uluslararası alandaki itibar ve etkinliğini artırmıştır. Bu sonucun elde edilmesi için büyük çaba harcayan Cumhurbaşkanı’mızı, hükümetimizi, Dışişleri Bakanlığı’mızı ve bakanlığın profesyonel kadrosunu, emekliye ayrılmak üzereyken diplomasi kariyerine parlak yeni bir sayfa ekleyen BM Daimi Temsilcimiz Büyükelçi Baki İlkin’i ve ona yardımcı olan bütün büyükelçileri içtenlikle kutlamamız lazımdır.
* * *
Uluslararası barış ve güvenlikten sorumlu olan Güvenlik Konseyi, Birleşmiş Milletler sisteminin kuşkusuz en önemli organıdır. BM Şartı’na göre bireysel ve kolektif meşru müdafaa hakkı dışında hiçbir ülkenin veya ülke grubunun konseyin peşin izni olmadan kuvvete müracaat edememesi gerekir.
Ne var ki bu kural sık sık ihlal edilmiştir. Konseyde veto hakkına sahip beş devletin bulunması, en kritik kararların alınmasını engellemiş ve konseyin otoritesi dışında kuvvete başvurular gerçekleşmiştir.
Yakın tarihte, birinci Körfez krizinde Irak’a karşı konseyin izniyle operasyonlar yürütülmüşken, ikinci Körfez krizinde konseyin yeşil ışık yakmaması, ABD’in talihsiz müdahalesini durduramamıştır.
Konsey daha sonra Irak’ı işgal eden koalisyon güçlerine yetki tanımak yönünde karar almış ve dolaylı şekilde Irak’ın işgalini meşrulaştırmıştır. Türkiye’nin üyeliği süresince de Irak ile ilgili konuların konseye gelmesi beklenebilir.
Irak ve İran’la ilgili sorunların konsey gündeminde bulunmasının Türkiye’yi güç durumda bırakabileceği kaygısı sık sık ifade ediliyor. Ne var ki konsey üyeliğinin beraberinde getirdiği risklerden kaçınmak mümkün değildir. Kimseyi gücendirmeyelim gibi bir kolaycılığa kaçamayacağız.
Örneğin, İran’ın nükleer programının ciddi bir tehdit teşkil ettiğine inanıyorsak ona göre bir tutum takınmak mecburiyetinde kalacağız. Gürcistan sorunu gelirse Gürcistan’ın toprak bütünlüğünde ısrar edeceğiz.
Konsey üyeliğimizin Kıbrıs konusunda bize bir avantaj sağlayıp sağlamayacağı sorusu da soruluyor. Şimdiki aşamada bu soruya galiba menfi cevap verilmelidir. Kıbrıs sorunu bağlamında konseyin bugünkü işlevi Ada’daki Barış Gücü’nün görev süresinin uzatılması gibi rutin toplantılardan oluşmaktadır.
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Hristofyas arasındaki müzakerelerin Güvenlik Konseyi’nin onayını gerektirebilecek bir çözüme iki yıl içinde ulaşmasını beklemek aşırı iyimserlik olur.
Tabii önümüzdeki devrede ne gibi krizlerin Güvenlik Konseyi’ne intikal edeceği peşinen öngörülemez. Söylenebilecek tek şey, şimdiki gibi istikrasızlık dönemlerinde yeni kritik sorunların konsey önüne gelebileceğidir.
* * *
Bir noktayı daha belirtmekte yarar olabilir. Ülkeler genellikle Güvenlik Konseyi üyesi oldukları zaman en yetenekli diplomatlarını daimi temsilci olarak New York’a gönderiyorlar.
Seçilecek büyükelçinin uluslararası kuruluşlarda tecrübe kazanmış olması, kolay ilişki kurabilen ve süratli muhakeme yapabilen bir kişiliğe sahip bulunması, çok iyi İngilizce bilmesi, belagat ile kendini ifade edebilmesi, hatta nüktedan olması, konseyde etkin rol oynamamızın çok önemli bir koşuludur.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2008
SEÇİM süreci devam ederken yeni ABD Başkanı’na dış politika alanında nasihat vermek isteyenler az değil. Hatta Clinton’ın Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, "Seçilen Başkana Muhtıra" diye koca bir kitap yazdı. Fakat ben bugün Richard Holbrooke’un, Foreign Affairs Dergisi’nin eylül-ekim sayısında yayımlanan makalesinden söz etmek istiyorum.
Holbrooke 1999-2001 yılları arasında BM’de ABD’nin Daimi Temsilcisi görevini ifa etmişti. 1995’te Bosna savaşına son veren Dayton Anlaşması’nın başlıca mimarıydı. Türkiye’nin kuvvetle desteklenmesi gerektiğine inanan, ülkemizi iyi tanıyan bir diplomattır.
Bir ara Kıbrıs meselesinin çözümü çabalarına da iştirak etmiş, fakat KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile yıldızı hiç barışmamıştı. Bir demokrat olarak seçimlerde Hillary Clinton’a destek vermiş, Obama’nın adaylığı kazanmasından sonra onun safına katılmıştır.
* * *
Holbrooke’a göre ABD, Bush devrinde her bakımdan gerilemiş ve feci hatalara sürüklenmiştir. Yeni başkanı, buhran içinde bir ekonomiyi ayağa kaldırmak, muazzam bir bütçe açığını kapatmak, enerji bağımlılığını azaltmak, şimdiye kadar çok ihmal edilen global ısınma konusunu ciddiyetle ele almak, gittikçe daha büyük bir tehdit teşkil eden nükleer silahların yayılmasını önlemek, ABD’nin terörist saldırılara karşı savunmasını takviye etmek, özellikle Pakistan’da El Kaide üzerindeki baskıyı artırmak, Irak savaşını ve halen çok kötü giden Afganistan’daki savaşı başarıyla sonuçlandırmak gibi son derece güç sınavlar beklemektedir.
Makalede, petrol fiyatlarının artmasının, tüketici ülkelerden üretici ülkelere muazzam bir servet transferine yol açtığına işaret edilmektedir. Petrol fiyatları düşmeye başlamadan önce yalnızca ABD’nin yıllık transfer ettiği miktar 475 milyar doları buluyordu. AB, Çin, Hindistan ve Japonya’nın kümülatif olarak üreticilere ödedikleri meblağ 2.2 trilyon dolar düzeyindeydi.
Bazı üreticilerin hedefleri ise ABD’nin hedefleriyle çatışıyor. Örneğin, Suudi Arabistan milyarlarca doların dolaylı olarak medreselerin inşası ve El Kaide’ye mali destek sağlanması için kullanılmasına göz yummuştur. Rusya’nın, İran’ın ve Venezüella’nın güç gösterilerinde bu transferlerin rolü inkár edilemez.
Holbrooke’un kanaatine göre, başkan adayları McCain ile Obama arasındaki başlıca görüş farkı, Irak ve İran’a ilişkindir. Zaten başkan seçimi bu sefer neredeyse Irak için bir referandum niteliğini taşıyor. McCain, maliyeti ve süresi ne olursa olsun ABD’nin Irak’ta kalmasının zaruri olduğuna inanmaktadır.
Geçen yıl gönderilen takviye kuvvetler çekilebilir, ancak bunun dışında Irak’taki kuvvet seviyesi muhafaza edilmelidir. Başından beri Irak savaşına muhalefet eden Obama için ise McCain ve Bush’un algıladığı şekilde bir askeri zafer söz konusu olamaz.
Irak’taki ABD komutanlarının da paylaştığı ve ABD ile Irak arasında imzalanan anlaşma taslağına uygun olan görüşünden hareketle Obama, Irak’taki kuvvetlerin çekilmesi sürecinin ihtiyatlı bir yaklaşımla saptanmış bir takvim çerçevesinde başlamasını savunuyor.
* * *
Obama ayrıca Irak’ın bütün komşularına Irak’ta istikrarın kalıcı olmasını sağlayacak yönde çaba harcamaları çağrısında bulunuyor. İran’a gelince, her iki aday da İran’ın nükleer silahlara sahip olmasına izin verilemeyeceğini düşünüyor.
Her ikisi de icap ederse Tahran’a karşı kuvvet kullanma opsiyonunu saklı tutuyor. Fakat Obama, sadece nükleer programlar konusunda değil, Afganistan ve Irak konularında da İran ile her düzeyde diplomatik görüşmelere taraftar.
Yine Holbrooke’a göre ABD geostratejisinin odak noktası Türkiye, Irak, İran, Afganistan ve Pakistan’dır. Bu ülkelerle ilişkilerde tutarsızlık ABD’nin menfaatlerine ağır zarar verir.
Diplomasiye hiçbir zaman kapı kapatılmamalıdır. Diplomasi, ödün vermek değildir. Diplomasi, caz müziği gibidir. Bir tema etrafında emprovizasyondur. Akılda tutulacak bir tarif.
Yazının Devamını Oku