Paylaş
BİRİNCİ Cihan Savaşı bittiği zaman İtilaf Devletleri (İngiltere-Fransa-Rusya) orduları tarihte görülmeyecek kadar topyekûn modern silahlara dayalı uzun süreli bir savaşın mağlupları ve galipleriydi, Rusya ise ihtilal ile elenmişti. Mağlupların ve galiplerin hepsinin ortak bir yanı vardı: Roma askeri edebiyatından kalma “Pirus Zaferi” deyimi. Savaş sonrası Avrupa’nın acınacak hali galiplerin durumunun da çok feci olduğunu gösteriyor. Altına dayalı para sistemi ama asıl önemlisi eski cemiyetin değerler ve hiyerarşi sistemi dağılmıştı. Nüfus altüst olmuştu. Büyük devletlerin yorgun orduları, mağlupları kontrolden acizdi ve İtilaf Devletleri kendi aralarında güvenilmez bir ilişkinin içine girmekteydiler.
‘DAĞILDI DEDİĞİNİZ ORDULAR BİR SABAH KARŞINIZA ÇIKAR’
İstanbul’a giren, yetenekli bir asker olan Fransız işgal kuvvetleri komutanı Franchet d’Esperey, İngilizlerin Türk imparatorluk topraklarını ve payitahtı kontrol için Yunanları kullanmasına fevkalade karşıydı. İtalyanlar ise işgalin ilk anında yaşadıkları şok nedeniyle Anadolu hareketini desteklemeye başlamışlardı bile. Bununla birlikte durum hiç de iç açıcı değildi. Uzun harbi yaşayan askerler ve komutanlar büyük ölçüde şartlara boyun eğmek taraftarıydılar. Kurtuluşu zamana bırakıyorlardı. Anadolu’ya geçen az sayıdaki general, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere etraflarında kendilerine bağlı karargâh mensupları ve birliklerce ve bürokrasinin içinde kendilerini takip edenlerce desteklendi. Franchet d’Esperey’in “Jön Türkleri, ihtiyar Türklere tercih etmesi” daha da önemlisi iyi bir kurmay olan ve Venizelosçularla hiç bağdaşmayan General Meteksas’ın “Bizim küçük Asya’da işimiz yok. Adamların dağıldı dediğiniz orduları bir sabah karşınıza çıkar” demesiydi.
Kaçınılmaz sonun ne olacağını bizdeki ve dışarıdakiler görmeye başlamıştı. Ama muhteşem sona doğru bu kadar yıkımın ortasından nasıl gidilecekti? 1921 Sakarya Savaşı, Yunan ordusunu durdurdu hatta geri hatlara itti ama Anadolu’daki düşman kuvvetini takip edip dağıtacak, imha edecek gücün olmadığı açıktı. Bu nedenle bir yıl bekleme dönemine girildi. Bu bekleme dönemi olağanüstü milli müdafaa vergileri, bütün milletin bağış ve silah imalatına, teçhizat üretimine katılmasıyla sürdü. Şurası açıktır ki milletin morali düzelmişti.
MUHASSALAYI YAPAN MAREŞAL GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’YDI
Büyük Taarruz tam da bu toparlanma sonrasındaydı. Üstelik ordumuz askeri savunma ve hücum özelliklerinin ikisini de haiz durumdaydı. Gerçekten iyi hazırlanmış, planlanmış bir savaştır. Karşıdaki ordunun ne yapacağı tahmin edildiğinden tam anlamıyla bir kurmaylar muharebesi olduğu söylenebilir. O planı yapanların içinde sadece bir kumandan, bir görüş yoktur, bir sürü görüş vardır. Onların muhassalası (elde edilen sonuç) söz konusudur. O muhassalayı yapan adam ise Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa’dır.
DÜNYA TÜRKLERE İNANMIYORDU FAKAT BEKLEMEDİKLERİ OLDU
Britanya kabinesinin Yunanistan’ı destekleyeceği ve Sevr’i dahi lehlerine düzenleyeceğini açıklaması yanında Yunan savaş bütçesini ve mühimmatını arttırması, TBMM hükümetinin direnme konusunda bütün dünyaya bir açıklama (adeta universalia) vermesine neden oldu.
26 Ağustos’ta başlayacak taarruz başkentteki Rusya’nın ve Azerbaycan’ın diplomatlarından, Fransa gibi artık Ankara Müsalahası’yla yarı müttefik olanlardan ve yabancı basından bile gizlenilmeliydi.
Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak), Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa (İnönü), 1. Ordu Kumandanı Nureddin Paşa ve 2. Ordu Kumandanı Yakup Şevki Paşa’ydı. Dış dünyada Türklerin müstahkem mevkileri bertaraf edeceğine inanılmıyordu, fakat beklemedikleri oldu.
TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI’NIN EN MÜNAKAŞALI DÖNEMİ
Bir çay davetinin verileceği söylenen tarihte Büyük Taarruz başladı. 25-26 Ağustos karargâhın Akşehir’den Afyon’a naklidir. İlk anda geçilmez denen siperler geçildi ve üç gün boyu Yunan işgal kuvvetleri dağıtıldı. Başkomutanlık emri kendine o günlerde tebliğ edilen General Nikolaos Trikupis birlikleriyle kuşatıldı, esir alındı. Durmaksızın bugün Ege dediğimiz Akdeniz’e taarruz emri verildi. Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin başladığı günden 12 gün sonra İzmir’e ve ondan sonraki müteakip 10 gün içinde de bütün Ege-Marmara bölgesine ulaşıldı. Mudanya Mütarekesi orduların ulaştığı noktaların tesliminin gerçekleşmesidir. Türk Kurtuluş Savaşı tarihinin en münakaşalı dönemidir.
EYLÜL 1922-TEMMUZ 1924 ARASI YENİDEN İNCELENMELİ
Ordu İzmir’e girdi. İzmir yangını üzerinde bugün bile anlamsız spekülasyonlar yapılıyor. 30 Temmuz 1922 günü İzmir’de törenle kurulan İonya Devleti, Yunan Milli Bankası’nın Ayvalık’ta açtığı şube ve Anadolu’daki Helen nüfusun silah altına alınması gibi olaylar ayrı bir savaş statüsü ortaya çıkarmıştır. Tüm bunların değerlendirilmesi gerekiyor. Nihayet Batı Anadolu’nun büyük ölçüde adalardan ve Yunan kıtasından gelen nüfusunun bir anda itilmesi ve nakli söz konusudur.
Kurtuluş Savaşımızın asıl Eylül 1922 ve Temmuz 1924 arasının yeniden tetkiki gerekiyor. Savaşın bitimi ve Cumhuriyet’in ilanının anılma döneminde bu konulara sık sık değinileceği, gözden geçirileceği ve araştırılacağı açıktır.
KÜLLİYATI KAZANILMASI GEREKEN BİLGİN: GOLDZİHER
Ignaz Goldziher’in ‘Muhammedanische Studien’ adlı iki ciltlik külliyatı ‘İslam Kültür Araştırmaları’ olarak Cihat Tunç tarafından Türkçeye çevrildi ve Sait Hatiboğlu’nun redaksiyonu ve ön girişiyle yayınlandı. Bu Macar bilginin 19. yüzyıl oryantalistleri içinde en ilginç kariyerlere sahiplerden biri olduğu açık. İslam dünyasını uzaktan tetkik etmekle yetinenlerden değildi. Kahire’ye gitti ve El-Ezher’de öğrencilik yaptı. Kullandığı kaynakların zenginliği sırf döneminde değil bugün bile çarpıcı ve saygı uyandırıcı. Bununla birlikte Goldziher’in çok uzun zaman Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve yurtdışında uyandırdığı saygınlığa rağmen Budapeşte’de sadece Yahudi okullarında ders verdiği biliniyor. Neden sonra Macar Krallığı Bilimler Akademisi’ne üye oldu. Avusturya’da değil ama Macaristan’da saygın akademik unvanlar verildi.
Orta Avrupa’nın bütün gayri-Alman aydınları gibi son derece ağdalı bir üslubu vardır. Bu kitabın Almancadan çevrilmesi bir başarı. İki cildin bütün münderecatını burada saymam mümkün görünmüyor fakat bizde en az bilinen hususlardan bazılarını işaret edeyim, hadisler üzerindeki tenkitleri.
İSLAM’A BAŞKA BİR GÖZLE BAKMIŞ
Fransızca tercümeyi yapanın ifade ettiğine göre Evariste Lévi-Provençal gibilerin Fransızca tercümeyi desteklemeleri hatta eserin İngilizceye de oldukça erken bir çağda hiç değilse kısmen çevrilmesi bir iltifattır, çünkü o devirde Batı dillerinde çıkan bir tetkik eserinin bir başka dile çevrilmesine nadir gözüyle bakılırdı. Hadisler üzerinde söyledikleri ilk İslami devirdeki mevâlî meselesi (Arap olmayanların Müslüman cemaatle bütünleşmesi sorunu) gibi makaleleri bu iki ciltte bulacağız.
Mütercim ve yayına hazırlayan meslektaşlar bizim ilahiyat fakülteleri camiasında temayüz etmiş ve alanlarında tanınan kişiler. Goldziher gibi bir geniş bilgin, Yahudi kişiliği dolayısıyla 19. yüzyıla mahsus Hıristiyan önyargılarından uzakta, İslam dilinin ve felsefesinin temel bölümlerine bir başka gözle bakmıştır. Geniş bilgisini yazılı kaynaklar yanında Mısır ilim âleminin medrese çevrelerinin içinde de edindiği anlaşılıyor. Ona ister istemez bir olgunluk ve tarafsızlık kazandırmıştır. Yahudi dünyasının İslam tetkiklerinde Batılı Hıristiyanlıktan farklı bir tutumu vardır. Buna hurafelerle değil Ignaz Goldziher, Evariste Lévi-Provençal, Claude Cahen, Bernard Lewis ve Maxime Rodinson gibi birbirinden farklı ünlü Yahudi oryantalistleri okuyarak daha iyi gözlemek mümkün olur. Ümit ederiz ki Ignaz Goldziher külliyatı bütünüyle Türk diline kazandırılır.
Paylaş