Paylaş
Geçen hafta bir Endülüs turu yaptık. Kapalı bir gruptu. Katıldığımız turun yöneticisi Uğur Bey bizzat rehberimizdi. Fakat gördüğüm kadarıyla herkesin bölge üzerinde bir bilgisi vardı. İspanya, şu ara Fransa’yla birlikte turizm yarışında. 80 milyonun civarında turisti ikisi bir yıl geçiyor, bir yıl altında kalıyor.
47 milyonluk İspanya nüfusunun içinde bir hayli göçmen var ve İspanyollar Fransa ile Almanya’nın tersine bu göçmenlerden hiç rahatsız değiller. Tabiat herkese yetiyor. Gelenler de İspanya’ya uymayı bilen gruplar. Asıl önemli unsur Güney Amerikalılar. Bu kadar kalabalık göçmen sayısı göze batmıyor. Mahşer kalabalığı olan 80 milyon turist de ülkenin tabiatını ve tarihi profilini tahrip etmek şöyle dursun, adeta kedi ustalığıyla sıyrılarak gezdiriliyor. Beynelmilel gruplarla burun buruna gelinen tek yer El-Hamra Sarayı, Sevilla gibi mıntıkalar. Belli ki ustaca bir turizm servisi veriliyor.
DOĞAYA VE ŞEHRE SAYGILILAR
Gıda fiyatları bazı maddelerde neredeyse buradakinden ucuz. Hayatları daha düzgün. İspanyollar kibar bir ulustur. Çalışma hızları da bizimkiyle mukayese kabul etmez. Bu kadar hareketli Türkiye’nin hâlâ sıkıntılı bir hayat çekmesi insanı dışarıda daha çok hiddetlendiriyor. İspanya da para kazanıyor, otelciler var, inşaat şirketleri ve müteahhitler var, fabrikalar var ama önüne gelen nehir ve dereleri kirletmiyor, canının istediği yere mendebur binalar çıkamıyor. Hele tarihi eserleri gölgelemeye kimsede cesaret ve vicdan yok. Kıyılara kimsenin betonla uzandığı yok. Yasağı koyan ne sol parti ne de komünist özentililer; bizzat General Franco’nun kendisi. En lüks oteller bile kıyının gerisinde. Kumsala ancak markalı şezlonglarını koyabilirler; müşterileri oradaki halkla birlikte güneşlensin diye.
MÜSLÜMAN MİRASINA ISINDILAR
Ülkede daha değişik bir tarih bakışı seziliyor. İspanya, Müslüman mirasına da benim tanıdığım son 10 sene içinde gittikçe ısınarak bakabilen bir ülke. Tabii Kurtuba Camisi’nin hali için bunu söylemek mümkün değil. Güzelim sütunlu salon Şarlken’in bile beğenmediği, monte edilen bir katedralle simetrisini kaybetmiş. Bizzat İmparator Nikeferos’un Konstantinapolis’inden gelen mozaik taban bu şekilde parçalanmış. Buna rağmen ziyaretçi çok ama binanın tadını çıkarmak mümkün değil.
Şurası açık; bir ülkenin en önemli sorunu dengeli yerleşme. Modern Avrupa iki milyonu geçmeyen şehirlere düşkün. Miktar bunu aştığı an alarm veriliyor ve önleniyor. İspanya’da sokaklarda gezdiğin zaman adeta “Öbür insanlar nerede?” diye soracağın geliyor. Bir kere tabelalar insanı boğmuyor, belki her biri süzmeden geçmiş gelmiş. Sansür belki siyasi değil ama kesinlikle estetik. Her sokakta birtakım hamburger, birtakım döner büfesi ve mekânı yok. Vakıa bunlar da İspanya’da yok değil ama Beyoğlu Caddesi’nde yürüdüğün zaman nerede olduğunu anlamak mümkün değil. Yıldan yıla çehre değiştiriyor. İspanya’da Beyoğlu İstiklal Caddesi gibi yok olan mekân yok.
MÜZİK ZEVKİNİN ÖNEMİ
Neşenin geleceği bir yan sokak yok, lokantalarımızda olsun sokakta olsun amüzikal bir toplum olduğumuz belli. İnsan Cumhuriyet rejiminin ilk 20 yılında niçin müzik eğitimine bu kadar önem verildiğini hatırlıyor. Müzik zevki olmayan bir milletin yaşama, süsleme ve gezinme kültüründe de noksanlık var. Başınız ağrımadan çıkacağınız bir restoran yok gibi. Sokaktaki çalgıcılar da isteyen istediğini çalıp oynasın minvali üzere gidiyor, şehre kültürel bir hava vermiyor. Ne Prag ne Paris ya da ne İspanya ne de İtalya’da herhangi bir şehirde böyle rastgele müzik olmaz.
Bir zamanlar İspanya’da Müslüman ve Yahudiler müsta’rib (Mozarab); yani Araplaşmış Hıristiyanlarla birlikte bir kültürel birlik ve yaratıcılık içindeydiler. Tıptan felsefeye herkesin bugün daha iyi anlaşılan ve hissedilen bir katkısı var. Gözlük kafes demek çünkü hekim El Gafaki’dir. 15. asrın sonunda tamamlanan Reconquista (Yeniden Fetih) ile İspanya yeniden Hıristiyanlaştı. Uzun bir birlikte yaşama dönemi katı bir Hıristiyanlığa dönüştü. İspanya bugün o dönemde yok olanların rehabilitasyonu ile uğraşıyor. Tabii ki geç bir çaba ama hiç değilse zihinler değişiyor.
ZEYTİNLE YAŞAYAN BİR ÜLKE
Son günlerde “Yüce Danıştayımız” Türk milleti adına alkışlanacak bir karar aldı. Tarım ve Enerji Bakanlıklarının ortak tasarrufu olan zeytinlikleri maden için yok etme projesi böylelikle durdurulacak diye ümit ediyoruz. Sözün kısası bu. Gezip geldiğim İspanya zeytinle yaşıyor. Üstelik zeytini bizimki kadar lezzetli değil. Çalışıyorlar bizimkiler de. Akhisar halkı “Dağı taşı İspanya’ya çevireceğiz” diyor. Kötü kömürcüler işe karışmazsa olabilir. Bazen insanın umutları canlanıyor.
Biz bir Akdeniz ülkesiyiz; diğer Akdenizlilerin ne yaptıklarına, iyi ve kötü örnekleriyle dikkatlice bakıp gözlemeliyiz.
TÜRK OPERASINDA TOSCA
SALI akşamı Ankara’da, ticaret odalarının kurduğu Congresium binasında Devlet Operası, Giacomo Puccini’nin Tosca’sını icra etti; çok önemli bir olaydır. Zira 1941 senesinde o zamanki Tatbikat Sahnesi’nde Tosca Operası’nın ikinci perdesi sahnelendi. Carl Ebert operayı kurmakla görevlendirilmişti. Bunun zaman alacağını Büyük Atatürk’ün sorusu üzerine söylediğinde “Ziyanı yok, yeter ki olsun” demiş. Galiba ömrünün temsile yetmeyeceğini hissediyordu.
Semiha (Berksoy) Hanım Berlin’den dönmüştü. Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası eşliğinde Wagner eserlerinden bir derleme konserler vermişti. Zaten sınıfı çok nadir rastlanan Wagnerian dramatik sopranoydu. Dolayısıyla ilk Türk operasının ilk Tosca’sı olarak seçildi. Salı günkü gösteri onun aziz hatırasına ithaf edilmiştir. Daha da ilginci Türk operasında önemli bir iş daha oldu. Semiha Hanım’ın bu memlekete yetiştirdiği tiyatrocumuz Zeliha Berksoy ise operanın rejisini üstlendi. Bizim nesil Semiha Hanım’ın Tosca’sını ancak taş plaktan dinleyebildi, muhteşemdi.
İTALYANCALARI, SESLERİ MÜKEMMELDİ
İtalya’da Franco Zeffirelli’nin Tosca’sından sonra bu bir tiyatro, sinema rejisöründen gördüğü ikinci Tosca’dır. Opera geleneğimizde teatralite yönünden klasik bir duruş var ama görülüyor ki bu hareketsizlik Türk operasından kalkacak. Bu güzel bir gösteriydi. Değişiklik hissediliyor. Libretto asıl dilde. Herkesin İtalyancası mükemmel. Sesler mükemmel. Sahnedeki muhteşem sesler; güzel ve güçlü Tosca; Seda Ayazlı, muhteşem bir Scarpia; Eralp Kıyıcı, her zaman büyüleyici Cavaradossi; Murat Karahan, Angelotti; Yiğitcan Tatlıoğlu, Sagrestano; Mehmet Yılmaz, Spoletta; Cem Akyüz, Sciarrone; Levent Akev, Carceriere; Mahir Kat ve nihayet Pastore sevimli Rüzgar Aydın. Bu kadronun sesi, seçkinliği tartışılmaz. Karşımızda kalıcı (muhalled) bir dekor vardı; özgün yoruma dayanıyor. Özgür Usta hakikaten benim zamanımda dahil opera ve tiyatro dünyasının usta dekoratörü. Serdar Başbuğ’un kostümleri; orijinal bir Scarpia ve Tosca. Yakup Çartık’ın usta işi ışık düzeni. Bu düzeni getiren de tabii ki tiyatro dünyasının ünlüsü, büyük hocası Zeliha Berksoy. Kendi yöntemiyle nihayet klasik dünyaya girdi. Bundan sonra ondan daha çok operalar ve tiyatro rejileri beklenir.
Puccini İtalya’nın en usta bestecisi. Onun operaları İtalya’da Benedetto Croce’nin felsefe yaptığı çağda düşüncenin seslendirilmesidir. Bu kötümser happy end’den (mutlu sondan) uzak hikâyeler, bir dönemi ama genelde insanların çıkmazını verir. Aşk ve zulüm. İdeal düzene özlem ve adaletsizlik. Bir arada sesler çatışır. Bonaparté’ı bekleyen İtalya’da hürriyet umut ve özlemi ve sonra gelecek hayal kırıklığı Tosca’nın dramında ifade ediliyor.
Tosca teatrali de ister; bu gösteride o vardı. Türk operası 50 yılın, son 10 yılında ilerleme yaşıyor. Yurtdışında başarılar kazananlar dönmeye başladılar ve yeni şeyler bekliyoruz. Tabii beklediğimiz bir şey daha var, bu memleket ne zaman opera binası görecek? Hiç değilse şu Ankara Garı ve Haydarpaşa Garı’nı opera salonuna çevirseniz; büyük Atatürk’ün başlattığı atılımı devam ettirmekte bir yararınız görülür. Bunun için de mimar gerek...
Paylaş