Paylaş
Şiddet ve cinayet, dünyada şehirleşmeyle birlikte artıyor gibi görünmektedir. Bir şehrin kuruluşu, insan ilişkilerinin hem ekonomik hem de sosyal açıdan değişime uğradığı bir alanın doğumunu simgeler. Şehir, kayıtların, bilgilerin ve olayların düzenli olarak kaydedilmesi demektir. Dolayısıyla şehirleşmeyle birlikte tarih ortaya çıkmaktadır. Tarihin kaydetmediği toplumlar, yalnızca arkeolojik ve jeolojik buluntularla anlaşılabilir. Bu toplumların yaşam biçimlerini, ilişkilerindeki adetleri eksiksiz ve ayrıntılı olarak tespit etmek mümkün değildir. Mukayeseli antropolojik incelemeler de bu toplulukları yeterince iyi açıklayamaz. Kısacası, tarih şehirle başlar ve şehirler, insan yaşamında hem adetlerde hem de ilişki biçimlerinde sürekli bir değişim gösterir.
Şiddet ve suçun sadece son dönemlerin bir alışkanlığı olduğunu düşünmeyelim; ancak endüstrileşen şehir, eşitsizliğin sadece gelir dağılımında değil, eğitimde de görüldüğü, insanların mutluluk ve mutsuzluklarını çözümleme biçimlerinin zaman içinde farklılaştığı bir toplum yapısını doğurmuştur. Bir toplum, insanların birbirlerinin derdini dinlediği, yüz yüze çözümler aradığı bir yerken, son iki-üç yüzyılda bu konuda gittikçe artan bir yalnızlık ve bireysel toplum yapısının ortaya çıktığı görülmüştür. Yakın tarihlerde Batı Avrupa’da polis kayıtlarının iyi tutulduğu yerlerde “Karındeşen Jack” ve “Mavi Sakal Landru” gibi seri katiller, o toplumlara özgü kalıplar olarak değerlendirilirken; diğer toplumlarda benzer vakaların yaşandığı, ancak kayıtsızlık ve unutkanlık nedeniyle tarihin hafızasından silindiği anlaşılmaktadır.
KÖYLERDEN ŞEHİRLERE...
Türkiye’nin hızlı şehirleşmesi, 20. yüzyılın ortalarında başladı. İkinci Dünya Savaşı’na fiilen katılmadık. Bu savaştan sonraki refah ve işletme mekanizmalarından etkileniş, gerçekten yeni bir Türkiye yarattı. Merhum hocamız Halil İnalcık, “Anadolu kıtasının refahı, klasik eski Roma dönemindedir ve ardından büyük karmaşık Bizans döneminde sona erer. İkinci refah dönemi ise Anadolu Selçukluları dönemindedir” der, Osmanlı dönemini ise bu bağlamda zikretmez; “1946’dan sonraki dönemdir,” diye eklerdi. Milli gelirimizdeki artış ve yaşam biçimimizdeki değişimler göçleri de beraberinde getirdi. Türkiye’de kırsal kesimden göç, köylerdeki açlık krizleri veya ölümler nedeniyle değil, aslında daha sancısız bir sosyoekonomik değişimle gerçekleşti. 1950’lerin başında yüzde 80 olan köy nüfusu bugün yüzde 8’e kadar gerilemiştir. Pek çok köy statüsü kaldırılarak, yakınlardaki kasaba veya il merkezlerinin bütçe ve etkileşim mekanizmalarına bağlanmıştır. Bu gibi gereksiz tedbirlerin yanı sıra, köylerin iç yapısında yaşanan aile çözülmeleri köyleri boşaltmaya itmiştir. Son 60 yılda, ki bunu bizim nesil neredeyse gözlemiştir, Türkiye’de “gecekondu” adı verilen yerleşim alanları Macarcadan gelen tatlı bir kelime olan “varoş” (şehir dışı) ile özdeşleşmiştir. Varoşlarda, sakin fakat yavaş yavaş kalıp değiştiren; nesiller arasında adet kopukluklarına, kimi zaman cinayetlere varan komşu ve aile içi çatışmalara tanık olunmaktadır. Otomobil medeniyeti ise bambaşka bir kaos yaratmıştır. Konuşulan dil, ne köy dili ne de şehir dilidir; eski İstanbul’un ve eski Anadolu şivelerinin kaybı söz konusudur. Bunu bir “proletarya jargonu” olarak tanımlamak da pek mümkün değildir. Sonuç olarak, ortaya inanılmaz psikolojik hastalıklar ve yeni akımlar çıkmıştır. Tuhaf eğilimler ve satanizm gibi çeşitlemeler de kendini göstermektedir.
Boşanmaların sayısındaki artış, bazı taraflar için aynı rahatlıkla karşılanamıyor. Sokak cinayetleri ise polisin yeterince kontrol sağlayamaması ve yasal boşluklar nedeniyle artış gösteriyor. Kadın-erkek anlaşmazlıkları ve bunun cinayete kadar varan sonuçları, her ülkede farklı şekillerde kendini gösterir. Örneğin, birbirine çok yakın olan İspanya ve Portekiz bu konuda iki zıt kutuptur. Romanya ile Bulgaristan halkı arasında bile bu açıdan fark vardır. İran’daki sokak kavgaları Türkiye’deki kavgalarla benzerlik göstermez. Mısır’da ve İran’da şoförler ya da çarşıdaki kriminal gruplar genellikle uzun süreli tartışmalara girerler; bizdeki gibi hemen delici ve kesici aletler ya da silah kullanılmaz. Rusya gibi yerlerde ise kriminal olaylar daha kurnazca, acımasız ve örgütlü bir şekilde yapılır. İki maganda arasındaki çatışma, o anda sokakta silah çekilmesiyle değil; olaydan çok sonra birinin sokakta yürürken bıçaklanmasıyla sona erer. Türkiye bu konuda farklı bir yerdedir.
KRİTİK BİR DÖNEMDEYİZ
Çocuklarımızı kontrol edemiyoruz ve onlara yeterince sevgi veremiyoruz. Birçok insan, sevginin parayla sağlanabileceğini düşünüyor; oysa bu sorun, hem varlıklı çocuklarda hem de varoştaki fakir ailelerde aynı şekilde yaşanıyor. Anne-babalar çocuklarını kontrol edemiyor, belki de etmek istemiyor. Hayatın amacı, aile üyelerinin dışarıdaki meşguliyetlerine bağlı olarak değişmiş durumda. Örneğin, 19 yaşında kendi iki arkadaşını art arda bıçaklayıp surlardan atan genç ve benzerlerinin ebeveynlerinin anlattıklarına baktığınızda, aile yapısının çoktan çözülmüş olduğunu, bu çözülmenin olumlu yönde gerçekleşmediğini ve sorunun aile bireyleri arasındaki ilgisizlikte odaklandığını görüyorsunuz. Hekimler, ruhsal hastalıkların kalıtımsal olabileceğinden bahsediyor, ancak ruhsal sorunlar, varlık seviyesi ya da sınıf meselesi olmaktan çok uzaktır. Devletin, psikolog ve psikiyatrları geniş ölçekte istihdam etmesi; gençlerin destek araması gerektiğinde onlara yardımcı olması gerekir. Aksi takdirde, bu sorunun çözümü oldukça zor. Toplum olarak kritik bir dönemden geçiyoruz. Avrupa’nın yoksul mahallelerinde ya kilise cemiyeti ya da sosyalist kulüpler bulunurdu, fakat bunlar yeterince etkili olamadı. Bizde ise bu sorunlara sadece kapalı grup yaratan hareketler ve çevreler müdahale ediyor; bu gruplar, topluma ve mahalleye yabancı bireyler yetiştirip örgütlüyorlar.
Bir gencin hayatı, 20 yıl içinde Anadolu’nun sakin yaşantısından kopup İstanbul, Ankara veya İzmir’in varoşlarında devam ederse (ki bu şehirlerin varoşları birbirinden çok farklı sorunlar ve yapılara sahiptir) ve ümitsiz bir fakirlikten öteye geçemezse, bunun çözümü nedir? Çözüm, erken emeklilikle insanları geçindirmek değildir. Kırsal yaşama dair eğitim verilmeden, köy hayatından kopmuş insanları yeniden köylere adapte etmeye çalışmak da değildir. Bu bir çıkış yolu değildir ve neredeyse imkânsız bir hayaldir; çünkü köye dönen insanlar, yumurtayı dahi satın alacakları bir bakkal aramaktadır.
ÇÖZÜM ÜRETEBİLİRİZ
Eğitimde gerçeklikten kopuk, fanteziye dayalı programlar yapmak hiçbir sorunu çözmez. Özellikle Akdeniz ve Ege bölgelerinde, 1930’larda kaliteli şekilde inşa edilen okul binalarıyla dolu köyler mevcuttur. Bu okullar bugün boştur; oysa boş olmaları için bir sebep yoktur. Orada hâlâ çocuklar yaşamaktadır. Köyler, sadece tarımın gerilemesi ya da şehirlerdeki büyük sanayi ve hizmet devrimleri nedeniyle boşalmıyor. Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerinde bazı köyler, fantezilerle dolu tatilciler ve yazlıkçılar tarafından işgal ediliyor. Bu kişiler buralarda mülk alıp bir süre sonra köylüleri kendi hayallerindeki düzene uydurmaya çalışıyorlar. “Burada neden keçi besliyorsunuz?” diye sitem ediyorlar; keçi yetiştireni ilçenin ilgili kurullarına şikâyet ediyor, taciz ederek oradan uzaklaştırıyorlar. “Sabahları horoz ötmesin, uyuyamıyorum” diyorlar. “Köy meydanında bu keçiler ne arıyor, pislik yapıyor” ya da “Ağaçları yiyor” diye yakınırlar. Sözde hayvanları ve doğayı özleyerek yerleşmiş olan bu insanlar, köy yaşamına uygun olmayan taleplerde bulunuyorlar. Kaçan köylülerin elindeki mülkleri ucuza kapatmaya çalışarak sevimli Akdeniz köylerinin yerini yazlık sitelerin almasına sebep oluyorlar.
Çocuklarımız da benzer bir durumda. Okuyup bir meslek sahibi olacak diye getirdiklerimiz, işsiz çete üyeleri hâline geliyor. Uyuşturucu, tarihte hiç olmadığı kadar yaygınlaşıyor. Meslek eğitimi verilemiyor; eğitim alanların da iş bulması zorlaşıyor. Türkiye için özel problemler ve 85 milyonluk bir ülke için üzücü sonuçlar doğuran bir tablo bu. Çok daha iyisini yapabilir, çözüm üretebiliriz.
Paylaş