Paylaş
1900 yılı nisan ayının 5. gecesi Türkiye’nin en ünlü komutanlarından Gazi Osman Paşa vefat etti. Türbesi Fatih Camii avlusundaki neoklasik güzel yapıdır. Gazi Osman Paşa’nın çok ilginç bir kişiliği vardır, bizim tarihyazıcılığımızdaki alışılmış kalıplama ve kolaycı nitelemelerin çoğu geçerli değildir. Büyük bir askerdir. Bu askerlik bilgisi, o devirde artık bizde de başlandığı üzere ne Fransa’da Saint-Cyr, Almanya’da Postdam veya Viyana’da Theresianum’dan edinilmiş bir bilgi ve talimdir ne de özellikle askeri üst sınıfın mensubu içinde yetişmiş olmanın getirdiği imtiyazlardır.
TOKATLILARIN İFTİHARI
İstanbul’da bir küçük memurun oğludur. Vazife gereği Mehmed Efendi ve Şakire Hanım’ın tek erkek çocuğu olarak Tokat’ta doğdu. Tokatlıların iftihar ettikleri komutanın 7-8 yaşlarından itibaren İstanbul’a yerleşen babasının eliyle önce Beşiktaş Askeri İlkokulu ve ardından da Askeri İdadi’ye verildiği görülüyor. 5 yıllık tahsilinden sonra Harbiye’ye girmiş ve 1853 yılında mülazım-ı sâni olarak mezun olmuştur. Erkân-ı Harp sınıfına ayrıldıysa da Kırım Harbi’nin çıkması üzerine Rumeli Ordusu’na tayin ve sevk edildi.
FRANSIZCA VE FARSÇA ÖĞRENDİ
Savaşta gösterdiği yararlılık ve bilgisi dolayısıyla derhal mülazım-ı evvelliğe, ardından da Kırım Harbi sona erince İstanbul’a dönerek Erkân-ı Harp sınıfına yani kurmaylık okuluna (Harp Akademisi) devam etti. Bu tahsilinin ardından kurmay yüzbaşı olarak Osmanlı ülkesinin bilhassa nüfus sayımları ve kadastroya uygun haritasının çizilmesi gibi çalışmalarda yer aldı. Paşanın strateji bilgisinin üstünlüğü burada oluşmaktadır ve ortaya çıkmıştır. Osman Paşa’nın Kırım Savaşı’ndan sonra strateji bilgisinin artmasını sağlayan faaliyetleri Osmanlı ordusundaki modernleşmenin getirdiği nimetlerden ileri gelir. Bu arada Fransızca ve Farsça gibi Osmanlı münevverinin 19. yüzyıldaki niteliğini tamamlayan dilleri de öğrendi.
SIRPLARI BOZGUNA UĞRATTI
Rus Savaşı’ndan evvel Balkanlar’daki ayaklanmaları, özellikle Sırbistan’daki ayaklanmayı bastırmak için görevlendirilen ordudaydı. 1861’de Rumeli Ordusu’nda görev yaptıktan sonra Suriye’deki isyanı bastırmak için tayin edildi. Cebel-i Lübnan meselesi bir devletler arası kriz haline dönüşmüştü. Dürziler ve Maruniler arasındaki çatışma bir yandan Osmanlı, ötede Fransız ve İngiliz rekabetine ve devamında Osmanlı Devleti’nin üzerinde bir Demokles kılıcına dönüştü. Bu bölgede gösterdiği başarılardan sonra doğrudan doğruya 1866’da başlayan Girit Rum ayaklanmasına karşı gönderildi. Girit’teki Rum ayaklanması aslında bir Girit savaşıdır. Giritli Rumlar milliyetçi fakat aynı zamanda da yerel milliyetçi taleplere sahiptirler ve savaşın en korkunç, en tatsız tarafı da adada bulunan Müslümanlarla bir dahili savaşa dönüşmesiydi. Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa’nın takdirini kazandığı Girit ayaklanmasındaki tedbirlerden dolayı albaylığa yükseltildi. Bundan sonraki terfileri daha bir anlam kazandı. 1873 yılında Yenipazar Tümen Komutanlığı’ndadır. 1875’te Erzurum’daki 4. Ordu Erkân-ı Harp Başkanlığı’ndadır, aynı yıllarda Sırp Prensi Milan’ın 1876’da Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesi ve ordusunun da Rus generallerin kumandasında bu muharebeyi yürütmesini doğrusu çok başarılı taktikle bastırdı. Sırp ordusunu ve Sırp generalleri bozguna uğratması kendisine hem ülkemizde hem de Balkanlar ve Rusya’da şöhret sağladı.
TABYA TAKTİĞİNİ KULLANDI
Bundan sonra müşir yani mareşallik rütbesine ulaştığını görüyoruz. Dolayısıyla Osmanlı-Rus Savaşı’nda önde gelen bir komutandır. Burada asıl üst üste devam eden 1., 2. ve 3. Plevne muharebelerinde stratejik bilgisini gösterdiği gibi teknik bilgisini de ortaya koymuştur, yani bir tabya taktiği kullanmıştır.
Şunu unutmayalım: Osmanlı ordusunun bilhassa piyade sınıfının silahları karşı taraftan daha mükemmeldi. Yine aynı şekilde topçuların da iyi yetiştiği görülüyordu. Bu Tanzimat’ta başlayan yeniliklerle eski ananenin bir araya getirilmesinden dolayı ulaşılan bir sonuçtur. Fakat Rus ordusunun elindeki asıl kuvvet mühendisliği iyi kullanan General Totleben gibi generallerin mevcudiyetidir.
YARALANDI, ESİR DÜŞTÜ
3. Plevne Muharebesi’nden sonra 10-12 Eylül 1877 tarihleri arasında Ruslar Plevne’yi bir daha kuşatma altına aldılar. 3 ay süren keskin kış şartlarında devam eden bu savunmada Gazi Osman Paşa dış dünyanın ve bütün Avrupa’nın dikkatini çekti. Özellikle yabancı gazetecilerin ve müşahidlerin raporları bu savaşı çok canlı ve hayranlıkla anlatıyor. Nitekim son çıkarma hareketi sırasında yaralanması ve orduyla birlikte esir düşmesine rağmen Çar II. Aleksandr kendisine olan saygısını göstermiş, kılıcını almamış, hatta ileride kendisini nişanlarla taltif etmiştir.
Osman Paşa, Türk imparatorluk ordusunun adeta anıtlaşmış bir temsilcisiydi. Siyasi hayatında Midhat Paşa ve Hüseyin Avni Paşa’nın darbe teşebbüslerine karşı olduğu biliniyor. Sultan Abdülhamid devrinde Tunuslu Hayreddin Paşa’yla da ıslahat konularında karşı karşıya kalmıştır. Bu tutum onun Sultan Abdülhamidci olduğunu düşündürse de aslında Sultan Hamid devrinin birtakım faaliyetlerine ve tasarruflarına karşı olduğu da bilinmektedir. O bir denge unsurudur ve dokunulmazlığı olan bir müşavir paşaydı.
Yıldız Mahkemesi sırasında Midhat Paşa’nın mahkûmiyetini açıkça tasdik ettiği bilinmektedir. Bununla birlikte şunu da belirmek gerekir: Ordudaki Alman nüfuzuna, yabancı müşavirlerin ordunun ıslahat işlerine aşırı derecede müdahale edip yönlendirmelerine daima karşı çıkmıştır. Bütün bu özellikleriyle kendisi Osmanlı-Yunan Savaşı’nda da tutumunu çok belirgin bir şekilde ortaya koydu. Gazi Ethem Paşa’nın yönettiği savaşa son anda başmüfettiş sıfatıyla katılmış ve savaş herkesin bildiği gibi zaferle sona ermiştir.
İTTİHATÇILARDAN FARKLI
Oğulları Sultan Abdülhamid’in kızlarıyla evlendi. Bu evlilikten bir tanesi maalesef bir skandalla sona erdi. Gerek ordusunda gerek yabancı ordulardaki yüksek itibarı dolasıyla bir dokunulmazlığı ve mutlak surette sözlerinin dinlenmesi söz konusuydu. II. Abdülhamid, Osman Paşa’nın konumunu desteklediğini sık sık belirtmiştir. Bu onun İttihatçılara göre daha farklı bir yönüdür.
Gazi Osman Paşa Türk ordusundaki ıslahatın başarıyla yürütülebileceğini ve en zor ve imkânsız zamanlarda bile Türkiye’de komutanların nasıl modern dünyanın şartlarına intibak edebileceklerini gösteren bir komutandır. Hiç şüphesiz ki bu çabada bu özelliklerde tek olan sima o değildir. Gazi Osman Paşa’nın yanında burada saymamıza imkân olmayan geniş bir kadro vardır. Onlar da Türk tarihindeki geleneği devam ettirmişlerdir.
TÜRKİYE BARAJLAR MEMLEKETİ
Lakin her yatırımın geliri, giderini ve götürdüğünü karşılamayabilir. Barajlar bir müddet sonra su rejiminin geçirdiği değişiklik dolayısıyla veya alüvyon birikimiyle tıkanır. Eğer su kaynağında tükenme olursa işlevini yerine getirememesi söz konusudur. Ankara’nın Çubuk Barajı buna ilk örnekti. 1950’lerde yapılanlardan Seyhan Barajı el’an faaliyette, fakat mesela Sarıyar artık gününü doldurmak üzereymiş.
TARİHİ AÇIDAN DA MAHZURLU
Şurası bir gerçek, nehirler üzerine kurulan barajların bir müddet sonra ömrünü tamamlaması kaçınılmaz oluyor. Enerji için yeni kaynaklara yöneliyoruz. Bir yerde çok dikkatle başvurulması gereken bir yatırım. Zira çevre bakımından sorunlar yarattığı gibi tarihi bakımdan da mahzurları ortadadır. Bir müddet evvel İvrindi’deki Allianoi kazılarının su altında kalması bu konuda dikkatimizi çekmişti. Türkiye’de barajlar konusunda toplumda tutum değişikliği başlamıştı.
Milli Mücadele’nin düzenli ordu safhasında, cephedeki yılları harita ve fotoğraflarla ‘Sakarya: Türk Bitti Demeden Bitmez’ adlı kitabında anlatan Dr. Selim Erdoğan’dan aldığımız bilgiye göre son bir baraj yatırımı, doğrudan doğruya Afyon Sincanlı Ovası içerisindeki DSİ projesi oluyor. Barajın kapsayacağı alan, Milli Mücadele zamanında Büyük Taarruz Muharebeleri’nin ilk günlerinde kanlı çarpışmaların yaşandığı ve hatta kayıp şehit mezarlarının bulunduğu topraklardır.
ÖMRÜ DÜŞÜNÜLMELİ
Şehitlerin bulunduğu alanların tespit edilmesi, mezarların hazırlanması ve Kurtuluş Savaşı’nın tarihi için önemli yerin bir abide olarak hazırlanması gerekirken şimdi baraj yatırımlarından birine konu oluyor. Bu yatırımların ömrünün ne kadar olacağı düşünülmelidir. Ne veriyor, ne süreyle, ne kadar nüfusa yetecek? Acaba getirdiği götürdüğünü karşılıyor mu? Ve en garibi de bu gibi yatırımların tarih ve çevre bakımından çok önemli olmasına rağmen kamuoyuna ilan edilmemesi ve çeşitli grupların görüşlerine müracaat edilmemesidir.
Paylaş