Hekimlerimiz

Sağlıkta şiddetin önünü alamazsak Türkiye tıbbının gelişmekte olan yapısını koruyamayız ve uzmanlarımız kaçarlar. Tabiplerin kalktığı bir cemiyette kimsenin yaşam şansı yoktur. Bu konuyla ilgili etraflıca ilgilenmemiz, gerçeklerle yüzleşmemiz ve tüm sağlık çalışanlarına sahip çıkmamız gerekiyor.

Haberin Devamı

Konya Şehir Hastanesi’nde görevli, genç kardiyolog doktor Ekrem Karakaya, saldırıya uğradı. Saldırıyı yapan annesinin kaybının kabahatini doktora yüklemiş. Ülkemizde insanların çoğu kabahati başkasında aramaya başladılar. Eğer her ölümde doktorlara saldırılırsa sonuç şu olur; tabiplerin kalktığı bir cemiyette kimsenin yaşam şansı yoktur. İnsanoğlunun her zaman ilk başvurdukları insanlar tıp ve eczacılık konusunda hizmet verenlerdir. Taş devrinde bile bu böyleydi.

Hekimlerimiz

SÖZÜ CEHALETE BIRAKMAYALIM

Saldırıları yapanlar ya bir yerden yönetiliyor veyahut bunların ileri derecede tıbbi müşahede ihtiyacı olanlardan çıktığı görülüyor. Bu saldırılarla Türkiye tıbbının gelişmekte olan yapısını koruyamayız ve uzmanlarımız kaçarlar. Saldırganlık tek başına yeşermiyor. Taşradaki TV kanallarında iki tane çok bilmiş kasabalı çıkıyor, konuşmayı bile doğru düzgün bilmeden halkı hekimlere karşı kışkırtıyor; falan arkadaşın eşinin “yanlış teşhisten dolayı öldüğünü veya sakat kaldığını” ileri sürüyor. Bu kadar cüretkârane konuşma ve ezbere hedef gösterme alışkanlığı Türkiye’de yenidir. İnsanların derdi ve şikâyeti olsa bile bunu kendi aralarında konuşurlardı. Bugün hekimin yanlış yaptığını hiçbir ehliyeti olmayan bu gibi çok bilmişler(!) ileri sürerse ve bu gibi provokasyonlar kanunun ve hekimler odasının şahsi takibatına uğramadan kalırsa arkası gelmez ve başka alanları da kapsar. Sözü cehalete bırakmak ve cehaletin eyleme geçmesine göz yummak kimseyi mutlu etmez.

Haberin Devamı

Umumi olarak bu olayları telin etmek çok fazla şey ifade etmiyor. Müsebbiplerini aramak ve bilhassa TV gibi medya araçlarıyla kışkırtıcılık yapanlardan Tabipler Odası veya yetkisi olanlar davacı olmalıdırlar.

DOKTORLARIMIZA SAHİP ÇIKMALIYIZ

Üniversitelere girerken kapı baca kilitten geçiyoruz; hiç hoş görünüm değil ama sesimizi çıkarmıyoruz, maalesef geçmiş bu tedbiri haklı kılıyor. AVM’lere girerken güvenlik tedbirlerini hoş görüyoruz; imkânı olanlar duvarlarla çevrili, kapısında 24 saat güvenliğin beklediği sitelerde yaşıyor. Bugüne kadar birçok saldırının gerçekleştiği hastaneler ise halen yeterince güvenliğe sahip değil. Hoş bu güvenlik tek başına ne ifade eder? Saldırgan insanların önlenmesi, onların önce uzun bir tıbbi müşahede altına alınması, ondan sonra savcıların ve mahkemelerin faaliyete geçmesiyle mümkün olur. Bunları yapmadığınız takdirde çocuklarınızı yetiştirirsiniz, binbir ümitle sevinçli veya üzüntülü günlerden sonra tıp diploması alan, uzman olan bir yavrunuzun çalıştığı yerde saldırıya uğradığını duyarsınız. Tek çaresi herhalde Hollanda’ya, Almanya’ya gitmek değil. Bu göçü görenlerin de “Giderlerse gitsinler” demesi de çıkar bir yol değildir. Etrafla ilgilenmemiz, gerçeklerle yüzleşmemiz ve tüm sağlık çalışanlarına sahip çıkmamız gerekiyor.

ALMAN YAHUDİLERİNİN ÇARPICI HAYAT HİKAYESİ

Bugün üzerinde duracağımız birinci kitap Arın Dilligil Bayraktaroğlu’nun Nâzım Hikmet’in ilk eşi olan “Nüzhet”in hayatını konu edinen bir romanı. Bu kitapta bizim bugün ele alacağımız konuyla alakalı önemli bir bölüm var. Nüzhet’in hayatında dostluklarıyla önemli bir yere sahip olan mülteci bir Alman aile; Hitler’den kaçarak Türkiye’ye sığınan, tarım uzmanı bir akademisyen olan Hans Wilbrandt, Çekyalı karısı Ludmilla ve Türkiye’de büyüyen çocukları hakkında. Birçok Alman bilimadamı gibi Atatürk’ün daveti üzerine Türkiye’ye gelerek devlette görev almış isimlerden. Hans Wilbrandt üstelik kaçanların içinde Alman vatandaşlığından da çıkartılan biri. Mesela liberal fikirleri dolayısıyla Almanya’yı terk eden dostumuz tarihçi Robert Anhegger böyle bir işleme uğramamış, aksine Reich tarafından çok takip ve taciz edilmişti. Wilbrandt ailesi ilkokul ve liseyi Türkiye’de okuyan çocuklarını, savaş sonrası Almanya’da okutuyor. Oğulları Rupert Wilbrandt Almanya’da tıp öğreniminden sonra doktor oluyor.

Hekimlerimiz

TÜRKİYE’Yİ ÇOK SEVİYORLAR

Haberin Devamı

Ailenin bir de harbin son yıllarında (1943-1945) Alman nüfusunun mecburi Yozgat-Çorum iskanı dolayısıyla Anadolu’da yaşadıkları iki yıl da var. Bütün bunlara rağmen Türkiye’yi çok seviyorlar ve çocukları hiçbir zaman Almanya’ya dönmek, kendini oraya ait hissetmek istemiyor. Nitekim Türkiye’yle hiç bağını koparmamış, emekli olduğunda Türkiye’ye gelmiştir. Hans Wilbrandt ise Ludmilla öldükten sonra yeniden bir evlilik yapıp Antalya’ya yerleşiyor. Bu faslın okunmasını tavsiye ediyorum, Nâzım’ın ilk eşi Nüzhet’in kendi kişiliği ve hikâyesi kadar onların hayatına giren Wilbrandt’ların biyografisi, Türkiye’ye sığınan insanların nasıl bir haletiruhiye içine düştüklerini ve bu ülkeyi sevdiklerini gösterir.

DÜNYANIN EN MUTLU ADAMI: EDDIE JAKU

Bugün ele alacağımız ikinci kitap, Selçuk Uygur’un tercümesiyle çıkan yazarı Eddie Jaku’nun “Dünyanın En Mutlu Adamı - Bir Auschwitz Mahkûmunun Umut Veren Yaşam Öyküsü” başlıklı eseri. Birinci Dünya Savaşı’nda Alman ordusu için çalışan babası gibi o da bir Alman Yahudisi olarak ülkesiyle iftihar ediyor; dünyanın en kültürlü ve eğitimli toplumunun parçası olduğuna inanıyordu. Ancak bu düşüncelerinin hepsi, Yahudi olduğu gerekçesiyle Nazi milisleri tarafından darp edilip tutuklanarak bir toplama kampına atılacağı 1938 Kasım’ında değişmiş. Bütün ailesini kamplarda kaybetmiş. Şüphesiz ki gençliğinden itibaren yaşadığı dehşet verici hayat, kitabın en çarpıcı yönleri. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avustralya’ya göç etmiş ve 2021 yılında 100 yaşında orada ölmüş.

Hekimlerimiz

MUTLU BİR HAYATIN SIRRI

Haberin Devamı

Kendi kültürünün hayata verdiği önem ve bütün sıkıntılarına rağmen mutlu bir hayat sürmesinin sırrını güzel örneklerle anlatmış. Şu ana kadar Avrupa ve Avrupa Yahudiliğinin İkinci Dünya Savaşı’ndaki dramını anlamak için en etkili kitap. Hayata kötümser bakmayan, onu seven, yaşamaktan mutlu olan (100 yaşını devirdiğine göre öyle) üstelik içine doğduğu Alman kültürü ve Almancayla büyük problemleri olmayan bir Yahudi’nin gözlemleri ve değerlendirmesinden daha önemlisi olamaz. Jaku kitabın önsözünde, “Bir asırdır hayattayım. Kötülüğün gözlerine bakmak nedir bilirim. İnsanın içindeki şerrin en fenasına, ölüm kamplarının dehşetlerine, Nazilerin beni ve tüm halkımı yok etme uğraşlarına şahitlik ettim. Ancak şimdi kendimi dünyanın en mutlu adamı olarak görüyorum” diyor.

Haberin Devamı

BAĞLILIKLARINI KAYBETTİLER

Kitabın sayfaları karıştırdıkça doğduğu ülkeye hissi bağlılığını kaybettiğini görüyoruz. Devlete ve Alman milliyetçiliğine sadık Yahudilerin değiştiğini görüyor. Ben de buna Viyana’da şahit oldum. “1938’in 10 Kasım’ından itibaren Avusturyalı değilim” diyen Yahudi dostum Rudolf Karlburger’i hatırlıyorum. O tarih “Kristal Gece”ydi. Yahudilere ait ev, işyeri ve sinagoglara kanlı saldırıların yapıldığı gece... İnsanların toplama kamplarına (Konzentrationslager) gönderilmek için toplandığı gün...

Bazı şeyleri bilmek için anlaşılan artık kuru tarih kitaplarını değil, bu tip tarihi hatıratı da bilmek gerekiyor. Küçük insanların hayatına indiğimiz takdirde Alman holokostunun başka hiçbir şeye benzemediğini daha iyi anlarız. Sosyal bilimlerde ve hele tarihte en önemli şey, doğru mukayese için doğru malzemeyi bulmaktır.

Yazarın Tüm Yazıları