Paylaş
Elhamra’nın bulunduğu kale ve etrafındaki yeşil alan bugün bile Alanya Kalesi’ni, batıda deniz tarafından seyredermişçesine bir benzerlik hissi verir. İslam medeniyetinin yayıldığı ilk asırlarda (yani miladi 10.-12. yüzyıl arasında) Müslüman coğrafyanın her tarafındaki eserler birbirine benzer. Bu bir tesadüf değildir. Askeri ihtiyaçlar, coğrafyanın savunma ve yerleşme için kullanılması, inşaat usta ve mimarlarının ülkeler arasında gidiş gelişi gibi bugün dahi yeterince tetkik etmediğimiz olaylar bu benzerliklerin nedenidir. Kuşkusuz en büyük benzerlik astronomi ilminin inkişafında bir devir açan gözlemevleridir. Orta Asya’daki Semerkand’dan İran’daki Meraga’ya kadar her yerde bu ilmin hadimlerinin ihtiyacı düşünülerek ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz İstanbul’daki Takiyüddin’in 16. asırda kurulup kısa süre sonra yıktırılan gözlemevi de bu silsilenin içinde olmalıydı.
SARNIÇ ŞEHİRLER
Mısır’ı Amr bin Âs 642’de fethetmişti ve İslam adeta Mısırlılaştı. Ta Firavunlardan ve Helenistik dönemden kalan medeni yapının bu kadar ustalıkla benimsenip geliştirilmesi ardından Ukbe bin Nafî’nin Kuzey Afrika fethini daha bugünkü Cezayir’e kadar götürmesi ilginç bir gelişimdir. Ukbe bin Nafî Tunus’taki Kayrevan gibi büyük sarnıç şehirler meydana getirdi. Bu mimarinin ve sistemin esasları Mısır’dan geliyordu. Afrika’daki İslam’da yerli Berberilerin büyük payı var, öncü kuvvet onlardı.
BANLİYÖ ŞEHİRLER
Andalusya’ya muhtemelen Vandal kelimesinden gelen bu toprak parçasına çıkan kuvvetlerin başında da Tarık bin Ziyad vardı. İspanya’ya dönmemek üzere gemilerini yakarak çıktı. Bu, tarihte stratejik bakımdan yer alan bir ilk olaydır. Andalusya aşağı yukarı bugünkü İber Yarımadası’nın yeni ismi olmuştu. Nitekim Portekiz bölümüne de Garb-el Andalus deniyordu. Yeni şehirler kurmadılar çünkü kuzey Afrika’nın aksine Endülüs toprağı yerleşmelere müsait, su sistemlerinin kuruluşu bakımından Mısır’daki Fustat ve Tunus Kayrevan’daki sarnıç şehirlere ihtiyaç göstermiyordu. Vizigot Krallığı’nın bıraktığı miras hiç kuşkusuz ki ziraat bakımından önemliydi ama kuzey Afrika’dan da yeni teknikler getiriliyordu. Kullanılan şehirlerin yanına Kurtuba’da olan Medinetü’l-Zehra gibi banliyö şehirler ilave edildi. Asıl önemlisi Müslüman nüfusun yanında Yahudiler de beraber gelmişlerdi ve daha evvel gelenler doğudan gelenlere intibak ettiler. Doğrusu ilk dönemden itibaren İspanya’nın Hıristiyanları içinde yeni dini kabul edenler çoktur, bunlara “Muvelledun” deniyor fakat asıl bugüne kadar kalan tabirler başkadır.
MOZARAB ŞAPELİ
İslamiyet’i din olarak değil ama yaşam biçimi, edebiyat, sanatlar olarak benimseyen bir Hıristiyan nüfus da vardı. Bunlar Araplaşmış yani musta’arib’den bozma bir tabirle “Mozarab” diye adlandırılıyor. Mozarab Hıristiyanlaşan Araplar değil, Arap dinine ve medeniyetine hayran yeni bir takım demektir. Sevil piskoposu İzedor “Hıristiyan gençlerimiz Latince bir Pater Noster duası bile okuyamazken Arap edebiyatından şerhler, Kuran üzerinde çeviriler ve kaynaklarla meşguller” demişti. Nitekim bugün Toledo’daki Hıristiyan fethinden sonra dikilen büyük kilisede bile bir Mozarab Şapeli var.
PARLAK SENTEZ
İspanyolların çoğu dillerini korusalar da yeni gelenlerin dilini, mimarisini, vergilendirme sistemlerinin benimsediler. İdarede Yahudiler ve Müslümanların yanında Hıristiyanlar da vardı ve filozof Maymunides örneğinde ve Endülüs’te okumaya gelen Batı Avrupalı Hıristiyanlar örneğinde olduğu gibi üç grup bir arada yaşıyordu. Zamanla III. Abdurrahman devrinde (miladi 10. asır) bu parlak sentez ve üstünlük Müslümanlar arasındaki kavgalarla erimeye başladı. 8. asır sonunda Müslüman İspanya bugünkü Barcelona’yı da içine alıyordu. 100 yıl sonra kuzeydeki İspanya yani Hıristiyanların hâkimiyeti güneye sızmaya başladı ve Katalunya’nın en önemli şehri Barcelona (Berşelûne) elden çıktı. Günümüzün Madrid’i ve güneydeki Sevilya (İşbiliye), Cordoba (Kurtuba), Toledo (Tuleytula), Valencia (Belensiye) gibi sayısız şehirler beş asırlık bir ilginç tarihle el değiştirdiler.
HOYRAT DAVRANIŞ
İspanya’nın Müslümanlarca fethi çok çabuk cereyan etti. Elden çıkışı ise bazen cihat, bazen diplomatik ilişkiler ve ticaretle birlikte devam eden mevzi harplerle yavaş yavaş oldu. Sevil’in elden çıkışı Müslüman İspanya’nın kapanışı demektir. Granada ele geçirildiği gün Kristof Kolomb da İsabella adına Amerika’ya ulaşmıştı. İspanya doğrusu hoyrat davrandı. Kurtuba’daki muhteşem mescit bile lüzumsuz değişimlere uğramıştır. Hele 16. asırda Şarlken’in emriyle binanın içine monte edilen katedral, muhteşem Endülüs’ün bu eserinin bütün simetrisinin bozduğu gibi yaptıranların dahi beğenisini alamamıştır.
CEM SULTAN ENGELİ
Bazen tartışılıyor, Osmanlı İmparatorluğu hayatlarının zor bir dönemine giren Yahudilerin ve Müslümanların tahliyesine hiç değilse güneydeki son bölgenin tutulmasına neden yardım etmedi diye. Gayet açık. Cem Sultan, Papa’nın elinde rehin olduğu sürece II. Bayezid’in Endülüs’e uzanması söz konusu olamazdı. Nitekim sadece mültecilerin bir kısmını taşıyan gemiler gidebildi. Cem de padişah olsa aslında bu destek politikası uygulanabilirdi. Sorun tahtın veraset sistemidir. İspanya Müslüman (moriscos denir) ve Yahudi (muranos denir) sözde Hıristiyanlaşmalarına güvenini göstermedi. 1492’den beri 50 yıl boyunca İber Yarımadası’nın ve İtalya’ya sığınanların peyderpey Fas’a, İstanbul’a ve diğer Osmanlı şehirlerine göç ettikleri malumdur.
TARTIŞILAN TARİH
Bu ocak ayında Granada’nın elden düşüşü bizlerden çok Washington Irving’in romantik bir anlatımına (“Tales of the Alhambra”) konu olmuştur. Renkliliğin ve toleransın bulunduğu uygar muhit aksine hareketlerle zayıflar. Üçü de Cordobalı olan büyük düşünürler Romalı Seneca’nın, İbnül Rüşd’ün ve Yahudi filozof Maymunides’in ülkesi neler kaybetti, yeni neler geldi hâlâ tarihçiliğin tartışılan dönemi. Garip bir gelişme daha, İspanya bilse de bilmese de gördüğü kadarıyla bile Endülüs’ü pek karalamadı, karalamazdı da. Son zamanlarda ise Endülüs’ün tarihine de başka açıdan bakıp yorumlamaya kalkanlar var. Demek ki tarih yazımı aslında bir anlamıyla ilerlemiyor, sadece bünyedeki ters düşünceleri ve sorunları taşımakla devam eden bir sanat.
Paylaş