Paylaş
950. YILINDA MALAZGİRT
İran’daki Büyük Selçuklu Devleti ve Sultan Alp Arslan’ın ilk hedefi Anadolu değildir. Haleb ve Bilad’üş-Şam dediğimiz; bugünkü Şam, Lübnan ve Filistin ardından da Mısır’a yönelik bir strateji izlenmektedir. Bu ortaçağlar için anlaşılır bir stratejidir çünkü zenginlik oradadır. Asya’nın Doğu Akdeniz’e yerleşmesi ancak bu sayede mümkün olacaktır. Bugünkü Irak toprakları, yani Bağdat ise artık zaten Türklerin kontrolündeydi.
STRATEJİNİN USTALIĞI
Ancak Romanos Diogenes’in doğudaki şehirleri ve ezcümle Malazgirt halkını kendi kuvvetleriyle ilerleyerek kılıçtan geçirmesi Sultan Alp Arslan’ın hedefini onun üzerine yöneltmesiyle sonuçlandı. İmparator daha Erzurum’dayken bu strateji tespit edilmiş görünüyor. Harp taktikleri Bizans dediğimiz Doğu Roma ordusunun kavrayacağı gibi değildi. Şunu söylemek gerekir; Doğu Roma şüphesiz ki Batı Roma’nın tarihi mirasını almıştır ama aynı şeyi, yani muhteşem eski imparatorluğun askeri strateji ve taktik bilgilerini, teknik donanımını bu ordunun tevarüs ettiğini söylemek zordur. Nitekim Sultan Alp Arslan’ın görünümdeki bir ricat stratejisiyle Romanos Diogenes’i yanılttığı yan kuvvetleri iyi kullandığı ve Diogenes’in ordusundaki Peçenek ve Uz kuvvetlerinin Tamış adlı bir komutanın yönetiminde Selçuklu tarafına geçmesi gidişatı değiştirmiştir. Ama Hristiyan Türklerin Selçuklu ordusuna ilhakından çok, stratejinin ustalığı rol oynamıştır.
ANADOLU’NUN ELE GEÇİŞİ
Sultan Alp Arslan Bağdat halifesini diğer İslam devletlerini yanına çekmeyi bildi. Malazgirt’ten evvel Büyük Selçuklu Devleti’nde Anadolu’ya doğru hücumlar vardır. Malazgirt Savaşı’ndan sonra da Miryokefolan’a (Dorileon) kadar devam etti. Anadolu’nun asıl ele geçirilişi Emirdağ civarındaki Dorileon Zaferi’nin kazanılmasıyla aşağı yukarı 100 sene sonra olmuştur.
950 gibi mühim bir yıl dönümünün en yüksek düzeyde kutlanması takdir edilir ama herhalde yaz dönemine geldiğinden ve akademik kadrolar bir türlü kendini toplayamadığından bu yıl dönümünün bilimsel hazırlıkları yeni yayın ve araştırmalar aynı şaşaayla ortaya çıkmamıştır.
VATAN KAVRAMI
Vatan fikri ve duygusu tarihin yorumu ve vurgulanmasıyla sağlanır. Etrafımızdaki devletlerin ve toplumların perişan vaziyeti ortadadır. Örgütlenme dehalarını ve ananeleri kullanamıyorlar ve belki de zaten yok. Sakarya ile Anadolu’da Meclis’le ve birtakım bürokratların ve ana unsur olarak ordunun ortaya çıkardığı hükümet dış temsil yetkisi de artan bir devlet haline dönüştü. Yeni kurulan Rusya daha bir dikkatle Anadolu’nun üzerine eğildi ve destekledi. Afganistan ve Azerbaycan ama asıl önemlisi İtilaf Devletleri’nin büyük unsuru Fransa Anadolu Hükümeti’ni tanıdı.
100. YILINDA SAKARYA
100 yıl evvel Türk tarihinde önemli bir stratejik değişiklik söz konusu oldu; “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz.” Türkiye Mareşalinin büyük muharebeden evvel ve İnönü Muharebelerinden sonraki düzenli ricatın üstünden ortaya koyduğu strateji budur; ordu çekildikçe yeniden cephe teşkil edilmiştir. Son cephe Sakarya’dır. Aşağı yukarı Friglerin ünlü höyüğünün bulunduğu Gordion’la Haymana’ya kadar uzanan yayın arasında cephe kurulmuştur.
Britanya’nın son gayretle donattığı Yunan ordusu âdeta General Metaksas’ın muharebeden iki yıl evvel kehanette bulunduğu gibi yanlış bir stratejinin daha doğrusu hadsiz politikanın kurbanı oldu. Metaksas bu seferin yapılmamasını belirtmişti.
TELGRAF BİLE ZORDU
İmkânsızlıklar son raddesindeydi. Dr. Selim Erdoğan’ın tezinde belirttiği gibi iki önemli karargâh noktası, Haymana - Karapınar arasında (35 km) iletişimi sağlamak için telgraf hattını çekmek bile fevkalade zorlukla ancak Anadolu’nun birçok ilinin seferber edilmesiyle mümkün olmuştur. İstiklal Harbi’nin demiryol kahramanı diyeceğimiz Albay Behiç Bey’in tek hatlı demiryolunu ustalıkla sevk ve idare ettirmesi bu savaşın diğer tarafıdır. Albay İsmet Bey kurmaydı. Birinci Cihan Harbi’nde, Balkanların ve Trablusgarb’ın pişirdiği genç komutanlar üstünlüklerini gösterdiler ama bu orduda tahammül ve cesaretin ikinci askerlik görevini yapan çavuşların ve neferlerin teşkili fedakârca yer aldığı bir ordudur.
UNUTULMUŞA BENZİYOR
Türkiye tarihinin bu muhteşem direnişi, bugünkü varlığımızı borçlu olduğumuz savaş ne yazık ki Polatlı Belediyesi ve Hacettepe Üniversitesi İnkılap Tarihi Enstitüsü’nün gayretleri dışında unutulmuşa benziyor. Bu ihmalkârlığın sebebini anlamasak da tasvib etmek mümkün değildir. Sakarya Muharebesi olmasa bugün Malazgirt’in 950. yılını hiç kutlayamazdık.
SURİYE ÜZERİNE
“Aydınlık” gazetesinde Şam’da profesör olduğu söylenen Mehmet Yuva, “Tarihte Suriye Olmadı” başlıklı yazıma atıfta bulunuyor ama daha çok etnik bir milliyetçilik havasında saldırıyor. “Avusturya’da doğmuş, Sovyet Rusya lideri Stalin’den kaçıp, mülteci olarak sığınmış bir Tatar aileden gelmekte” demekte. O “Tatar”ın adı “Kırım Türkü”dür. Ruslar, “Tatar” derdi; tarihi cehaletleridir. Şimdi Amerikalılar ve hempaları bu lafı kullanıyor, çünkü politikalarına uygun geliyor.
Nereden çıkarıyorsa ailemin Sovyet Rusya’ya karşı olduğunu ima ediyor. Nazi Alman-Avusturya Devleti ile iş birliği yapıldığını söylüyor. Halbuki annemle babam 1947’de evlendiler. Kulaktan dolma dedikoduyla biyografi yazmak Türklere has bir şeydir. Bir ansiklopedide Karadağ Muharebesi’nde şehit düşen ve Tanzimat döneminin reformcu askerlerinden, Nâzım Hikmet’in ceddi Mustafa Celaleddin Paşa yani Polonya aristokrasisi arasındaki unvanıyla Kont Konstantin Borjecki’den “Bir Polonya Yahudisidir” diye bahsediliyor. Gazetenin biri İşkodra müdafi, şehid-i muhterem Hasan Rıza Paşa’yı da Atatürk’ün düşmanı diye tarif eder. Atatürk ve Rıza Paşa’nın birbirlerini tanıdıkları bile muğlak. Ama amaçla atmak serbest.
UNVANLA SİLİNMİYOR
Benim için “Almanya, Avusturya, İngiltere ve ABD medreselerinden etkilendiği aşikâr” diyor. Bunların hiçbirinde 18 aydan fazla kalmadım, bazılarındaki hocalık müddetim, talebelik süremden daha uzun. Mesela Moskova tamamen öyledir. Lafı uzatmayayım; tıpkı hocam Halil İnalcık gibi Türkiye ve Ankara mamulatı bir tarihçi ve Mülkiye mezunuyum. Yurtdışındaki medreselerden etkilenmek daha çok taşralı yarım entelektüellerin işidir. Benim için matrak demiş, kendisiyle bir içki sofasında veya kahvede oturduğumu hatırlamıyorum. Bu sözler “profosor”a yakışacak zarafet ve nezaket değil. Taşralılık unvanlarla silinmiyor. İlber Ortaylı’dan matraktır ve şirin diye bahsetmek düpedüz hödüklüktür. İyi bir okur yazar olduğumu da teslim etmiş. Eh siz gibilere göre öyledir.
Uzak tarihte Suriye Devleti’ni sınırlar ve kuruluş itibariyle görmüyoruz. Romalıların Arabistan hanedanı diye bir grubu yoktur, çünkü Suriye Aramilerin ülkesidir. Nuh’un oğullarından biri Sam, biri Yafes, öbürü de Ham’dır. Bazı filologlar dilleri bu üç oğula göre yarı biblik tasnif ederler. Tasnifler doğrudur; terminolojide el’ân kullanılır. Böyle karmakarışık, yarım yamalak İncil tetkik ve bilgisiyle pozitif tarih bulgularını karıştırıp tarih tezi ileri sürülemez.
‘SURİYELİLİK’ TABİRİ
Tarihte günümüzdeki Suriye’yi Fransız protektorası yarattı. Yaratılan her şey gibi problemliydi. İnsana “Suriyelilik” tabiri çok hoş geliyor. Ben de 1968’de “Dost” dergisinde yazdığım bir makalede (Suriye Tiyatrosu) bu kavramın üzerinde çok hoşnut bir şekilde durmuştum. Lakin “Suriye, Suriye” diye bağıran Hafız hanedanı bu işi yürütemedi. Daha doğrusu şartları da yenemedi, çünkü bu, bir iktidar ve bilgi meselesidir. Başarılı bir iktidar için kuvvet ve baskı dışında başka nitelikler de gerekir. Modern Suriye fena parçalandı. Milyonlar yollara döküldü. Tarihteki İran imparatorluklarını ve Hindistan’daki Babür İmparatorluğu’nun nasıl birleştirildiğini düşünün, Roma ve Osmanlı’nın renklerini ve ömrünü düşünün.
Paylaş