Paylaş
İSTANBUL’un en büyük sorunu toprağın üstünde yaşayanların bir alttaki tabakayı bilmemesidir. Bu toprağın altını tanımama bazı çokbilmişlerin(!) sözünü ettikleri gibi Bizans değildir. Bizans’tan önce bize daha yakın katman olan Osmanlı gelir. Eğer bu şehirde Bizans tahrip ediliyor ve hakkı verilemiyorsa, ki öyledir, onun üstündeki Osmanlı mirası çoktan mahvedilmiş demektir. Ve de öyledir. Osmanlı’nın 15., 16. yüzyılına ait birçok kabrin, medrese kalıntısının hatta İbrahim Paşa Sarayı’nın arka kısmının (ki İstanbul Adliyesi için kurban edilen, temelde kalan kesimdir), sarnıcın ortadan kalktığı açıktır. Bunların bazılarına tesadüfen ulaşıyoruz. Ancak Semavi Eyice gibi üstatlar sayesinde bazılarının varlığına vâkıfız. Birçoğu da Allahuâlem toprağa karışmıştır, günün birinde belki çıkar.
ÜSKÜDAR’DA MAHALLE
Yenikapı Metro İstasyonu’nu kazarken Theodosius Limanı gibi bir abide ortaya çıkıyor, 6. ve 7. asra ait gemi kalıntılarıyla birlikte İmparator Konstantin surlarının 4. asra ait kalıntıları da, o bölgedeki 17. asra ait Ermeni mahallesi ve diğer yerleşke kalıntıları da gün yüzüne çıkıyor. Son kazılar ve buluntular ise daha da ilginç: Üsküdar’da metro kazılarından dolayı kocaman bir mahalle ortaya çıktı. Beklenilmeyecek bir olay değil. Theodosius Limanı tek olarak kalmayacak, yarın Kadırga dediğimiz Bukoleon Limanı’nın üstünü örten yapıların altından ne çıkacağı belli olmaz. Haydarpaşa’daki kazılarda Kalkedon sur duvarları çıktı. Beyoğlu’ndaki İtalyan İşçi Yardımlaşma Cemiyeti (ki İtalyan Kulübü denir, kurucusu Giuseppe Garibaldi’dir) restorasyonu sırasında altından Bizans mezarları dahi çıktı. Galiba restoratör Sedat Bornovalı’nın raporundan da bu anlaşılabilir.
KORUMA ADİL DEĞİL
İstanbul’un asıl sorunu da burada başlıyor. Kanunlar ve zihniyetimiz temel kazılarda ortaya çıkan bu gibi eserleri koruma konusunda adil değil. İnşaatı yapanı mağdur etmeden eseri kurtarmak, hiç değilse teşhirine imkân tanımak lazım. Roma’daki arkeoloji otoritesi gibi bir kurum bizde mevcut değil. Oysa Roma’yla İstanbul’dan başka hiçbir şehirde yeraltı zenginliğiyle kent bu kadar iç içe değildir. Bugüne kadar yapılan işlem, buluntunun üstüne beton döküp haber vermemek olmuştur. Bu arada çıkan kalıntıdan taşınabilir parçaları kaçırıp satmak da cabası. Kapalıçarşı’nın ve Büyük Valide Han’ın yapıları örtülüyor. Üstlerine ilave yapılıyor. Durumu tespit eden muhabirin çekim aracına (drone) alttan hedefleyip ateş açıyorlar. Dağ haydutları ve lümpenler artık şehirlerde faaliyette.
DAĞ HAYDUTLARI ŞEHİRDE
İstanbul’un Suriçi bizim 2 bin yıllık sorumluluğumuzdur. Evvela Türk tarihine ve İslam dünyasına karşı, sonra da Doğu Roma ve Eski Roma’nın tarihine karşı görevlerimiz var. Bölgedeki yapılaşmanın kesinlikle durdurulması lazım ve istimlaklere başlamalıyız. Ayvansaray’da surlara baktığınız zaman Kazasker Hacı İvaz Efendi’nin Mimar Sinan’a yaptırdığı tipik bir Sinan eseri çirkin yapılar tarafından gölgelenmiş vaziyette. Dolmabahçe Sarayı’nı, 19. ve 20. yüzyıl tarihimizi ve çevresindeki eserleri stadyum ve otellerle gömmek üzereyiz. Dolgu sahadaki Dolmabahçe bu heyulaları taşıyamıyor.
BU İMARLA ÇÖZÜLMEZ
İstanbul Belediye Sarayı gibi lüzumsuz ve tahripkâr yapıların ortadan kalkması lazım. Altlarındaki sadece Bizans-Roma kalıntıları değil yanı basındaki Ankaravi Medresesi ve onun temelleri de bu yüzden tahrip edilmiş vaziyette. Lüzumsuz sarayı yapmak için etraftaki Osmanlı konaklarını, acemi kışlasını ve karakolu yıktılar. Bari hiç değilse temellerinin çıkarılması için yeni çirkin yapıların kaldırılması gerekiyor. Aksaray geçidi bütün İstanbul’u mahvetti. Büyük İstanbul bölgesi içinde tayin edici bir alan olmaktan çıkan Suriçi, İstanbul’un tarihi portresinin korunması, korunmadan vazgeçtik hiç değilse temelleriyle birlikte kısmen restore edilmesi ve İstanbullular için zihni bir nefes alma imkânının doğması gerekir. Bu imar anlayışıyla bu çözüm beklenemez. İstanbullular şehirlerini tanımıyorlar. İstanbullu olmayan belediye reisleri ve meclislerin üyeleri ise bu şehrin bu yönünü hiç dert edinmiyorlar. Dünya metropolünün dünyanın öbür tarih kentlerine göre en talihsiz yönü budur.
BİZE YAKIN ŞEHİRLER
SALI ve cuma Moskova’da Yunus Emre Enstitüsü’nün tertiplediği bir toplantıda Profesör Dimitri Vasilyev ile birlikte Rusya-Türkiye ilişkileri üzerine konuştuk. Her ikimizin de yorumları Rusya ile Türkiye arasında barış olduğu vakit hem imparatorlukların güvenliklerinin hem de kalkınmanın sağlanabildiğiydi. III. Selim ve I. Pavel zamanında yani Fransa’nın I. Konsülü General Napoleon Bonaparte’ın Mısır’a çıktığı, Akka’ya saldırdığı ve Adriyatik’te İyon Adaları’nı elinde tutuğu zamanda Rus donanması Amiral Uşakov’un, Türk donanması Amiral Kadir Bey’in komutasında müştereken İyon Adaları’nı (1800) işgal ettiler ve garip bir tezat, Yedi Adalar yahut İyon Adaları Cumhuriyeti’ni kurdular. Akka’da Bonaparte yenilgiye uğramıştı. Bu Türkiye’nin başarısıdır. I. Alexander, Napoleon Bonaparte’a karşı koalisyonun yönettiği 1815 Viyana Kongresi’nden Osmanlı’yı dışlatınca kendi için de pek hayırlı sonuç çıkmadı. Helen Yunan Ayaklanması sırasında İngiltere ve Fransa ile birlikte Osmanlı donanmasını yakması, yakın gelecekte Polonya’daki ayaklanma için bir işaret sayılır. İmparatorluklar Metternich gibi çokuluslu idareyi yöneten diplomatlar sayesinde ayakta kalabilirdi. Metternich Avusturyası bu nedenle Osmanlı’ya karşı tutum takınmamıştı.
1989 SONRASI HAYIRLI
Sovyetler Birliği zamanında yeni Türkiye ile 1948’den sonraki Soğuk Harp dönemi dışında çatışmaya girişilmedi. Soğuk Harp dönemi de bir Stalinist hataydı. Sovyetler Birliği 1960’lı yıllarda hatta 1950’lerin sonunda bu politikadan dönmeyi çok denedi. 1970’lerde sıcak bir ilişkinin kurulduğu da malum. İki ülkenin soğukluğundan en büyük zararı ilim adamları ve tarihçiler görüyor. İki mühim kaynağı, Rusya arşivlerini ve Türk arşivlerini karşılıklı olarak kullanamadık. 1989’dan sonraki dönem Rusya ve Türkiye için çok hayırlı oldu. Toplumlarımız zenginleşti. İnsanlarımız karşılıklı olarak dünyayı gördü. Kültür hayatımız bu iki cepheden renklendi.
GERÇEKLERİ GÖRMELİYİZ
MGIMO’da (Moskova Uluslararası İlişkiler Devlet Enstitüsü-State Institute of International Relations) okuyan Türklerin sayısı günden güne artıyor. Sırf Amerikan ve Anglosakson kanalıyla diplomasi öğrenmenin yeknesaklığı açık. Alternatif lazım. Moskova büyükelçiliği ve büyükelçimiz Hüseyin Lazip Diriöz yeni dönemde Moskova’da önemli bir görev üstleniyor. Büyük devletlerin Rusya ile ilişki kurmak ve onu yakından öğrenmek için başvurdukları bir merkez. Salon dolusu Türk öğrenci yeni bir dünyayı tanıyor. Kendilerinden eminler ve öğrendiklerinden dolayı mutlular. Türkiye’de de Rus öğrenci sayısı artıyor, gelecekte daha da artacak. Şehirde bir zenginleşme var. Rus şehirlerinin içinde Petersburg ve Moskova dışında bir durgunluk olduğu hep söyleniyor ama bu iki şehir bize yakın, beynelmilel entelektüel merkezler. Bu gerçekleri görmeliyiz.
Paylaş