İlber Ortaylı

Papa Francis

27 Nisan 2025
Papa hakkında yazılanlar; “ultimi” dedikleri marjinallerin ve yoksulların papası, “Il Papa della gente” yani “halkın papası” şeklindeydi. Cizvit ama alışıldık Cizvitler gibi üniversiteye kapanan araştırmacılardan ya da misyonlarda propaganda yaparken dünyayı tanıyanlardan değildi. Ne Cardinal Ratzinger gibi birçok dil bilen ve derin felsefi çalışmalara sahip biri, ne de Polonyalı Papa II. Jean Paul gibi dünya politikasına hâkim biriydi. Ancak kendine özgü bir kişiliği olduğu kesin. Hülasa, vefat eden Papa’nın kilisede bir devrim yaptığı söyleniyor. Mutlaka, kendisinden önceki Papa XVI. Benedictus’a ve II. Jean Paul’a kıyasla daha “devrimci” (revülosyoner) bir figür olarak görülüyor. Ancak bu nitelendirme, tartışmaları ortadan kaldırmıyor. Zira kilise içinde hâlâ olacak ve olmayacak şeyler var.

PAZARTESİ sabahı saat 08.00’de Roma uçağındaydım. İki saat sonra indik. Uçak havadayken Papa’nın ebediyete intikal ettiği bildirildi (Roma, 7.35). Bir hareketlenme oldu. Ancak doğrusu, nüfusu dört milyona yaklaşan bu şehrin, Paskalya tatili turistleri de varken Roma’nın günlük hayatını çok etkilediğini söylemek mümkün değil. Ancak merkezde, St. Pietro ile Tiber Nehri’nin iki yakası arasında bir hareketlilik vardı.

Geliş sebebimiz olan faaliyetimiz olan “Birinci Roma’dan Üçüncü Roma’ya (Da Roma alla Terza Roma) Konferansı”nın Capitol’deki sabah oturumu iptal edildi. Oturuma başkanlık edecek olan Kardinal Agostino Marchetto, bu ölüm dolayısıyla orada bulunamayacaktı. Ama ilginçtir, kilise adamları hiçbir işi yarım bırakmaz, ciddilerdir. Oturumlar öğleden sonra üniversitenin başka bir kampüsüne taşındı ve Kardinal Marchetto geldi. Böylece oturum devam etti.

Papa Francis, 2014 yılında Türkiye’yi ziyaret etmişti. Papa, İstanbul Harbiye’deki Kutsal Ruh Kilisesi’nde barışın sembolü olarak güvercin uçurmuştu.

PRATİK YÖNÜYLE TANINIYOR

Papa hakkında yazılanlar; “ultimi” dedikleri marjinallerin ve yoksulların papası, “Il Papa della gente” yani “halkın papası” şeklindeydi. Bunun yanında bazı başka yorumlar da daha geri planda yapılıyordu ama ağırlıklı olarak şu konular konuşuluyordu: “Ukrayna’yı değil, Rusya’yı destekledi”, “Avrupa karşıtıydı”, “Dünyanın güneyinden geliyordu (yani Latin Amerikalıydı)”. Kardinal seçimlerinde bile bu tutumu görülüyordu; kadınları rahip yapmak istedi. Bu, kabul edilemez. “İsa erkektir, rahipler de bir anlamda onun vekilidir” diyorlar muhafazakârlar, ama mütereddid olanlar daha çok.

Papa, pratik yönüyle tanınıyor. Güney Amerika’nın şartları içinde yetiştiği açık. Cizvit ama alışıldık Cizvitler gibi üniversiteye kapanan araştırmacılardan ya da misyonlarda propaganda yaparken dünyayı tanıyanlardan değildi. Ne Cardinal Ratzinger gibi birçok dil bilen ve derin felsefi çalışmalara sahip biri, ne de Polonyalı Papa II. Jean Paul gibi dünya politikasına hâkim biriydi. Ancak kendine özgü bir kişiliği olduğu kesin. Türkiye’ye geç kalmış gibi görünen ziyaretini neden bu kadar dikkatle ve özlemle beklediği ise bilinemez.

İkinci gün daha ilginç bir gelişme yaşandı: Televizyonlarda son dakika haberi olarak, İsrail’in başsağlığı taziye mesajını iptal ettiği duyuruldu.

Hülasa, vefat eden Papa’nın kilisede bir devrim yaptığı söyleniyor. Mutlaka, kendisinden önceki Papa XVI. Benedictus’a ve II. Jean Paul’a kıyasla daha “

Yazının Devamını Oku

Kıbrıs

20 Nisan 2025
Doğu Akdeniz’in Kıbrıs Adası’yla savunulması; hem Çukurova için, hem güneybatıdaki Hatay için, hem de güneydoğu sınırlarımız için çok gereklidir. Bu, Türkiye’nin emniyeti için gerekli olduğu gibi; denizciliği zayıf olan Ortadoğu’daki devletler ve tabii ki şuursuzca AB’nin peşine takılarak Güney Kıbrıs’ı tanımaya, KKTC’yi Türkiye Cumhuriyeti’yle olan bağını inkâr etmeye yönelen kardeş cumhuriyetler için de hassaten doğrudur. Gelecekte bu cumhuriyetlerin halkı, Akdeniz’de temas kurmak istediklerinde nereye ayak basacaklardır? Şayet Kıbrıs gibi bir kardeş ve müttefik cumhuriyet yanlarında olmazsa, bu denizde seyrüsefain imkânları olabilir mi?

KIBRIS Adası üzerinde, Londra ve Zürih Antlaşmaları gereği üç devletin garantörlüğü vardı. Bu statünün değiştiği söylenemez. İkisi düzenli askeri birlikler bulunduruyor: Türkiye ve Yunanistan. İngiltere’nin ise üsleri var. Avrupa Birliği’nin Kıbrıs’ı (tabii Güney Kıbrıs’ı) birlik içine üye olarak alması, Yunanistan’ın ısrarı diye takdim edilse de, birlik üyelerinin –en başta Almanya ve Fransa’nın– Doğu Akdeniz’i kontrol amaçlı, kendi yararlarına bir yerleşme yarattıkları çok açıktır. O tarihte Britanya da henüz AB’den ayrılmamıştı.



Binaenaleyh, Avrupa Parlamentosu’nda ayrılma kararının açıklandığı gün, neredeyse zil takıp oynayan (bu bir abartma değil) Lord Owen’ın ham gösterisine karşılık, oturum başkanı “Sir, artık yeter. Zaten ayrıldınız, salonu da terk ediniz” diyerek karşılık vermişti. Bu AB tarihinin trajikomik bir manzarasıdır. Lord Owen daha önce AB adına her yerde romantik büyük, birleşik Avrupa nutukları atardı...

SİSTEMATİK BİÇİMDE ENGELLENECEKLER

Kuzey Kıbrıs, AB’nin dışında kalacak, şart o ki güneye girsin.

Yazının Devamını Oku

Tehlikede olan sadece Kıbrıs değil Türkiye’nin geleceği

13 Nisan 2025
Ursula von der Leyen çantasında parayla gezen bir teyze. Orta Asya ülkelerine 12 milyar Euro’luk yatırım vaat etmiş. İçlerinden en alakasız üye Yunanistan fırlıyor. “Kıbrıs’ı tanımalarını şart koşun” diyor. Onlar da hemen onaylıyor. Eğer hızla müdahale etmezsek; sadece uğrunda bu kadar fedakârlık yapılan Kıbrıs’ı değil, ülkemizin nüfus azalmasından dolayı çekeceği sıkıntıları karşılayacak iş gücünü, sanatlarımızı, bilim dünyasını, hatta boşaltılan sağlık sektörünü restore edecek kuvveti de kaçıracağız. Yani Türkiye’nin geleceği de tehlikeyle karşı karşıya.

Avrupa Birliği bir fiyaskodur. 1950’lerde, İkinci Cihan Harbi sonrasının iki tane muhafazakâr lider vardı. Birisi, hakikaten Fransa’nın yerlere düşen onurunu düzelten bir komutan; muhafazakâr da olsa geniş görüşlü münevverlerinin de temsilcisi General De Gaulle. Türkiye’de sol sağ herkesin beğendiği bir liderdi. Tabii Fransa’da da öyle. Fransız solcu ve sağcı seçmenler hayatlarının en mutlu, en müreffeh zamanlarını onun reformlarına bağlarlardı.

Almanya’da savaşta yenilse de teknisyenlerini iyi muhafaza eden ve bu yüzden Amerikan sermayesini iyi kullanan, işletme yöntemleri bakımından en mükemmel Avrupa ülkesinin Federal Almanya’nın başında da Konrad Adenauer vardı. Adenauer’ın arka planda destekçisi Hjalmar Schacht idi. İkisi bir araya geldiler, Avrupa Birliği’nden bahsettiler. Fransa ve Almanya, İtalya’sız olmazdı. “İngiltere” dediler ama De Gaulle şiddetle karşı çıktı... Bir müddet Britanya uzak tutuldu. Hoş, Commonwealth İngilteresi’nin de bu dışlanma pek umurunda değildi. Er veya geç içeri buyur ettiler. Bir müddet sonra İngilizler kendileri kaçtılar.

Bir dönem Avrupa Birliği Amerika’nın alternatifi gibi göründü. Bir devir oldu, Sovyet bloğunu eriten unsur o sayıldı. Bunların hepsi geçici başarılar.

ÇOK HAM BİR YAKINMA

Türkiye Avrupa Birliği’ne girme şansını kaçırdı” diyenlerden değilim. Çok ham bir yakınma olur. Ama başta Türkiye’deki temsilcimiz, Nilgün Cerrahoğlu’nun eşi, eski Avrupa Birliği Türkiye Temsilcisi Gian Paolo Papa ve zamanın AB liderlerinin ısrarına rağmen Ecevit hükümeti bu işe iltifat etmedi. 1974’te müracaat etmedik. İnönü’nün Ankara Anlaşması’yla başlayan girişimini Ecevit tamamlamadı. Kabahat onun değil.

Şunu açıkça söyleyelim: Türkiye sanayisi kendinden emin değildi. Her zaman olduğu gibi yine yanıldılar. İki arkadaşımızın yazdıkları hatıratta hiç zikretmedikleri bir husus var: İlter Türkmen, diplomatik hayatının umulmaz bir hatasını yaptı. Avrupa Birliği’ne müracaat etmememizi ısrarla önerdi. Geri çekildik. Yunanistan ise müracaat etti. İkimiz etseydik Yunanistan’ı da dışarı çekerdik. İki devlet de alınmazdı ama Yunanistan tek başına girdi. O günden beri de kâbusumuz oldu.

Ursula von der Leyen

Yazının Devamını Oku

İstanbul kuşatması

6 Nisan 2025
İstanbul kuşatmasının ilk safhasında, surlar dönemin en büyük toplarıyla dövüldü. Sayısız kuşatmayı atlatmış olan İstanbul surlarında, önemli gedikler açıldı. Surların yıkılmasıyla Fatih’in ordusu şehrin içine girdi. Nihai hücumlar kara surları üzerinden gerçekleştirildi. Bizans, sokak savaşlarıyla başkentini canhıraş bir şekilde savundu. İmparator Konstantinos da bizzat savaşanlar arasındaydı.

Tarihte, babasının ölümü üzerine henüz beş yaşında tahta geçen hükümdar dahi vardır. (XIII. Louis’nin ölümü üzerine XIV. Louis’nin tahta çıkması gibi.) Şüphesiz, annelerinin naipliğiyle 18 yaşına kadar hükümdar sayılmaları, hukuken tartışmalı bir durumdur. Osmanlı tahtında da buna benzer örnekler mevcuttur. Şedid bir hükümdar olan IV. Murad da çok küçük yaşta, henüz buluğ çağına ermeden tahta çıkmıştır. Niyabet (naiplik) Valide Kösem Sultan’daydı. Gerçek anlamda iktidarı ele alması ise daha sonra gerçekleşmiştir.

FATİH HEPSİNİN ÖTESİNDEYDİ

İstisnai şahsiyetlerden biri de Sultan Abdülmecid’dir. 16 yaşında tahta geçmek zorunda kalmıştır. Sert kararlar alan bir devlet adamı ya da büyük bir reformcu olmaktan ziyade, olayları arka planda yöneten bir hükümdardı. Tanzimat kadrosu gibi, birbirleriyle geçinmeye doğuştan isteksiz devlet adamlarının arasını bulmakta, en olgun arabulucuları bile hayrete düşürecek bir uzlaştırıcı kişilik olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Bu olgunluğu ve manevra kabiliyetiyle, bugünün birçok gencinin sadece eğlence peşinde koştuğu yaşlarda bir imparatorluğu idare ediyordu.

Büyük Fatih, tüm bu örneklerin ötesindedir. Henüz 12 yaşında Osmanlı tahtına geçti. Bugünkü Anadolu toprakları (Ankara dâhil) ve Rumeli’de Sırbistan sınırı ile Arnavutluk’a kadar uzanan toprakların padişahıydı. Öncelikle, Karaman Beyliği -yani bugünkü Konya ve çevresi- ile mücadele etmek zorundaydı. Avrupa’da ise Haçlı orduları, güçlü Macar Krallığı’nın ve Hunyadi’nin komutasında üstünlük sağlamaya çalışıyordu. Bir dönem, babasıyla birlikte adeta dönüşümlü bir taht yönetimi söz konusuydu. Ancak 20 yaşından itibaren tüm yetki onun eline geçti.

Türkiye tarihinin günümüze kadar gelen pek çok kurumunun temellerini o attı. Balkanlar’da hâlâ etnik ve kültürel izleri görülebilen birçok yapı, onun döneminden kalmadır. Ancak bütün bu miras, çoğu zaman gölgede kalır. Çünkü İstanbul her şeyin üzerindedir. Bugünün dünyasında 20 milyona yaklaşan nüfusuyla garip bir metropol olan İstanbul, bir yanıyla en temel medeni imkânlardan yoksunken, diğer yanıyla dünya metropolleriyle konfor açısından yarışır hale gelmiştir. Ve bunu Türkler inşa edebilmiştir.

Fatih Sultan Mehmed’in fethi, dört asır boyunca inanılmaz eserlerle taçlandırıldı. Ne yazık ki bugün ise bu mirasın tahribiyle meşgulüz. En başta, Fatih’in inşa ettirdiği Taşkızak Tersanesi’nin üzerine Haliç’te çirkin bir otel yapıldı ve temelleri betonla dolduruldu.

6 NİSAN 1453’TE BAŞLADI

Yazının Devamını Oku

Molla Çelebi Camii

30 Mart 2025
Molla Çelebi Camii son dönemde Kabataş iskelesi civarında “harika bir yapı” yapacağını sanan bir mimar tarafından farklı biçimde gölgelenmeye çalışıldı. Çilekeş caminin nihayet iç kısmı da yangına maruz kaldı. Türkler, Osmanlı mirasını şu ya da bu şekilde tahrip etmeye devam ediyor.

Koca Sinan Ağa’mız (general demektir) büyük bir şehir plancısıydı (urbanistti). Tarih ve gelişim, ona İstanbul’u en büyük hediye olarak sundu. Haliç’in kıyılarından başlayarak bugünkü Beşiktaş’a kadar İstanbul siluetini tamamlayacak ikinci bölgeyi ele aldı. Yarımadanın siluetini tarih çizmişti: Topkapı, Ayasofya ve içerilere doğru Rüstem Paşa Camii... 1500 yıllık şehrin yapısıyla fazla oynamak istemedi. Saygılı bir adamdı. Boş olan Pera bölgesiyle birlikte büyük İstanbul’u tamamladı.

Önce, bugünkü tersanenin bulunduğu yerde, Unkapanı Köprüsü’nün başında, imparatorluğun büyük sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa adına bir cami yaptı. Burası Azapkapı olduğu için, cami de “Azebhane” olarak anılır. Birileri burayı azap çekilen yer diye düşünüp rehber yazıyor. Tarihçi Hammer bile bu noktayı atladığı için camiyi “Arap Camii” diye okumuş; Azaplarla Arapları birbirine karıştırmış. İstanbul’un kuşatılmasında Arapların kullanıldığını öne sürüyor. Biraz ötede yer alan ve bugün “Arap Camii” denen yerde ise aslında bir Fransisken kilisesi vardı. Mimar Koca Sinan, bu yapının civarına hiç müdahale etmemiştir. Kılıç Ali Paşa’nın, Venedik mimarisi ve inşa üslubuyla, denizi doldurarak yaptırdığı cami ise, onun Ayasofya’ya bilinçli bir şekilde benzetilmiş bir modelidir.

ÇİLESİ BİTMEK BİLMEDİ

Daha ileride Molla Çelebi Camii ve nihayet Beşiktaş’ta Sinan Paşa Camii yer alır. Sinan Paşa Camii, 1950’lerin çılgın mimari anlayışıyla iki büyük tahribata uğradı: Önce Barbaros Bulvarı gibi manasız bir bulvar için yeri seçildi, ardından Sinan Paşa Hamamı yıkıldı. Molla Çelebi Camii ise, son dönemde Kabataş iskelesi civarında “harika bir yapı” yapacağını sanan bir mimar tarafından farklı biçimde gölgelenmeye çalışıldı. Çilekeş caminin nihayet iç kısmı da yangına maruz kaldı.

Bu gibi olaylarda belediye ve hükümetin imar müdahalelerinin de rolü olmasına rağmen bunlardan pek bahsedilmiyor. Türkler, Osmanlı mirasını şu ya da bu şekilde tahrip etmeye devam ediyor. Şehzade Camii haziresindeki rezalet, kimsenin savunabileceği bir durum değildir. Ancak Şehzadebaşı ve Saraçhane’nin en büyük felaketi, 1950’li yıllarda inşa edilen o çirkin belediye sarayıdır. Bu yapı, basit bir kopyadır, abartılıdır. Üstelik akademisyen mimarların imzasını taşımaktadır. Daha da önemlisi, depremlerde zarar görmesine rağmen yıkılması gerekirken “milli eser” olarak tescil edilmiştir.

GELECEK NESİLLER 

Yazının Devamını Oku

İtalya

23 Mart 2025
Floransa Operası’nda Vincenzo Bellini’nin Norma operasını dinledik. Bir zamanlar Avrupa’nın kendi çevresine sadece Japonlar karışırdı. Bugün ise sanayiden sanata, müziğe kadar, Türklere ve İranlılara da rastlanıyor. Üstelik bu durum istisna değil. İtalya, Avrupa’nın anasıdır ama bizim bildiğimiz Kuzey Avrupa ile pek ilgisi olmayan bir ana. Öğrenci kalabalığımız fazla ve gayretliler. Ancak eskiye göre kötü bir yanları, İtalyancayı kötü bir aksanla konuşmaları. Dışarı çıkan gençler önce Türkçeyi doğru konuşmayı öğrenmelidir.

PAZAR günü, ayın 16’sında, Floransa Operası’nda Vincenzo Bellini’nin Norma operasını dinledik. Başrollerden birinde Mert Süngü vardı. Tanıdığımız arkadaşlardan biri de Bari’deki opera orkestrasında kemancı bir İranlı sanatçıydı; Mervit Nesnas.

GENÇLERİMİZE BAKALIM

Dünya artık eski dünya değil. Bir zamanlar Avrupa’nın kendi çevresine sadece Japonlar karışırdı. Bugün ise sanayiden sanata, müziğe kadar, bir zamanlar “oryantal” diye anılan Rusların ve Japonların yanında artık Türklere ve İranlılara da rastlanıyor. Üstelik bu durum istisna değil. Gerek siyasi çalkantılar, gerek ekonomik sıkıntılar, gerekse insan hayatındaki en masum isteklerden biri olan değişiklik arzusu, ülkelerin seçkinlerini harekete geçiriyor. Yanımdaki dostlarımdan Emre ile Lale’nin kızları Milano’da başarıyla okuyor. İtalya’nın en seçkin kurumları Milano’da yer alıyor ve bu seçkin kurumlarda da Türkler var.

Doğrusu, 40 yaş üzerindeki neslin içinde altın değerinde insanlar çıkıyor. Hâlâ böyleyken belediyeden merkezî idareye neden yaşı geçmiş, yarım yamalak tahsilli kasaba politikacıları ısrar ediliyor, bunu anlamıyorum. Biraz da gençlerimize -hem de büyük fedakârlıklarla yetiştirdiğimiz kendi gençlerimize- bakalım.

İtalya’da hava buradakinden daha soğuktu. Buna rağmen Roma üzerinden Bari’ye geçiyoruz. Abruzziler denen dağlık bölge, Avrupa’daki kurtların son uluduğu yerdir. Feodal İtalya’dan kalma şatolar ve kasabalar ormanların arasında yer alıyor. Güneye aşağıya doğru indikçe Güney İtalya’nın subtropikal iklimi ve coğrafyası ortalığı kavuruyor.

İtalya, Avrupa’nın anasıdır ama bizim bildiğimiz Kuzey Avrupa ile pek ilgisi olmayan bir ana. Elli yıldır güney ve orta İtalya’ya gelip giderim. Her zaman bir yönüyle, sıcaklığıyla bize, yurdumuza daha yakın olduğunu hissettirir. Öğrenci kalabalığımız fazla ve gayretliler. Ancak eskiye göre kötü bir yanları, İtalyancayı kötü bir aksanla konuşmaları. Bu, Türk aksanı değil; Türkçedeki sesli harfleri düzgün telaffuz edememekten kaynaklanan bozuk Türkçenin İtalyancaya yansıması. Dışarı çıkan gençler önce Türkçeyi doğru konuşmayı öğrenmelidir.

Yazının Devamını Oku

450. yılında Selimiye ve Mimar Sinan

16 Mart 2025
Mimar Sinan’ın zirve eseri Süleymaniye’ydi. Ardından, Muhteşem Süleyman’ın oğlu Sultan II. Selim, ona Selimiye’yi yaptırdı. Selimiye, her zaman İstanbul’un şaşaalı karşılayıcısı oldu. Selimiye’nin yansıttığı ihtişam, beş asırdır dimdik ayaktadır. Bugün de Selimiye’nin 450. yılı kutlanıyor. Selimiye 20. yüzyılın ünlü mimarı Wright’ı bile büyüleyen bir eserdir ve içerisinde fısıldasanız duyulur. 

BÜTÜN Rönesans devri mimarları içinde Mimar Sinan’ın yapılarında, zarafetten ve mühendislik başarısından önce şehirciliği göze çarpar. Onun kadar çevreye uyum sağlayan ve aynı zamanda çevreyi şekillendiren bir mimar bulmak zordur. Edirne’deki Selimiye Camii bunun en güzel örneklerinden biridir. Avrupa seferleri yolunda hem orduyu hem gelip geçenleri, sefaret heyetlerini ve kervanları ihtişamıyla karşılayıp uğurlayan bir yapı olarak düşünülmelidir.

STATİK DENGEYİ KORUYAN BİR USTAYDI

20. yüzyılın ünlü mimarlarından Frank Lloyd Wright’ın, megaloman bir söylem gibi görünen şu sözlerinde bazı hakikatler yatar: “Yeryüzüne iki mimar gelmiştir. Biri Osmanlı mimarı Sinan, diğeri ise ben. Onu çıkarırsak mimarlıkta çok şey değişir. Mimarlıkta çığır açan yalnızca Mimar Sinan ve benden başka doğru dürüst bir mimar yetişmedi.” Wright’ı bu görüşe sevk eden, gökdelenleriyle 20. yüzyıla damga vuran, geniş kitleleri hayran bırakan, teknolojik üstünlük ve mühendisliği ciddi ölçüde barındıran bir mimarlık anlayışıdır. Sinan’ın ardındaki miras ise oldukça ilginçtir.

Kubbe fikrini yeryüzüne Romalılar getirmiştir. Ancak Roma’daki Pantheon’un geniş çaplı kubbesi, kemer ve sütunlara dayanan bir yapıdan ziyade, kitlesel bir desteğe, yani silindirik bir temele yaslanır. Aradan 9.5 asır geçti. İnsanlık, Ayasofya gibi bir yapıyı ne mühendislik ne de estetik açıdan aşmayı başarabildi. Doğu ve Batı medeniyetleri yüzyıllarca Ayasofya’ya hayranlıkla baktı. Nihayet Floransa’da Filippo Brunelleschi, büyük bir mühendis, usta bir yönetici ve yetenekli işçileriyle, Floransa’daki Duomo’yu (Basilica di Santa Maria del Fiore) inşa ederek insanlığın Ayasofya karşısındaki acziyetini telafi etti. Ancak estetik anlamda insanlık gerçekten de Mimar Sinan’ı beklemek zorundaydı.

Sinan, malzemeyi son derece tasarruflu, temiz ve sağlam kullanan, mühendisliğiyle Ayasofya’nın dahi statik dengesini koruyan bir ustaydı. Onun eserlerinde, silüetindeki saflık ve ihtişam, çevresiyle uyumu ve aynı zamanda ona yön verme gücü, gelecek yüzyıllara dahi etki edecek bir mimari anlayışın temel taşlarını oluşturdu.

Sinan’ın zirve eseri Süleymaniye’ydi. Ardından, Muhteşem Süleyman’ın oğlu Sultan II. Selim, ona Selimiye’yi yaptırdı. Edirne, Avrupa’ya yürüyen Osmanlı ordularının sevk ve komuta merkeziydi. Aynı zamanda tüccarların, kervanların ve bütün Rumeli’nin İstanbul’dan önceki toplanma noktasıydı. Peki, Sultan II. Selim, payitahtı Edirne’ye mi taşımayı düşünüyordu? Selimiye, her zaman İstanbul’un şaşaalı karşılayıcısı oldu.

1878’de Rus orduları Edirne’ye girdi. Plevne’nin şanlı savunmasının ardından karanlık bir dönem başladı. Mütareke süresince Edirne, Ayastefanos’tan Berlin Antlaşması’na kadar Rusların elinde kaldı. Birkaç ay içinde, Sinan’ın çok sevdiği İznik çinisi panoların hatırı sayılır bir kısmı Rusya’ya taşındı.

Yazının Devamını Oku

Avrupa’daki gelişmeler

9 Mart 2025
Görünüşe göre, Avrupa’nın bölünmüş bloklarla bir güç kazanma seçeneği artık ortada. Akdeniz’in kuzeyi ve doğusundaki çağın gereklerine uyum sağlayabilen toplumların, İskandinavya’nın ve Orta Avrupa’daki Cermen blokunun, kazandıkları hayatlarına devam etmeleri mümkün. Ancak Rusya’nın Amerika olmadan yoluna devam etmesi, iki asırdır yaşanan gelişmelere bakıldığında, mümkün görünmüyor. Çünkü ortak tehditler karşılarında ve herkes kendi kabuğuna çekilerek daha mütevazı bir politika izlemek zorunda.

BU hafta Almanya’da Berlin, Düsseldorf ve Köln’de vatandaşlarımıza konferanslar verdim. Daha çok, onların ülkedeki durumlarını tartıştık. Tezlerim ve telkinlerim açık: “Almanya size bir ufuk ve yer açtı, siz de bunu iyi değerlendirdiniz. Göçmen işçi grubunu oluşturanlar açısından Almanya, Türklere sahip olmakla kendini talihli hissetmelidir. İnsanlarımız çalışkan, disipline uyuyor ve suç işleme potansiyelleri çok düşük. Kazandıklarını biriktirerek ülkenin ekonomisine katkıda bulunuyorlar. Altmış senedir soğuk bir muameleyle karşılaşmalarına rağmen birlikte yaşamaya başladılar. Sıcakkanlılıkları dolayısıyla kendi çevrelerini kazanmaya başladılar.

AVRUPA AKLINI BAŞINA ALMALI

Kuzeybatı Avrupa, bir sınıf toplumudur. Bir yabancı için tutunmak ve girişken olabilmek zordur; buna rağmen başarılılar. Ancak karşı taraf, onlarla bütünleşmekte başarılı değil. Hazin manzaralarla karşılaştım. 14 yaşlarında bir çocuğumuz, okulunda Türkçe dersinin kaldırıldığını söyledi. Zaten ders seçmeliydi. Gidip ilgili otoritelerle konuşmaya kalksanız, saçma sapan, asılsız ve mesnetsiz mazeretler ileri sürerler: “Almancanın gelişmesine mâni oluyor” gibi. Sanki Alman liselerindeki Almanların hepsine kusursuz Almanca ve edebiyat öğretiliyor, herkes dili bülbüller gibi konuşuyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa liselerinin kalite kaybettiğini, hatta bunun Jacques Chirac gibi akıllı önderlerin ifadesiyle “politik hayatta bile bir seviyesizliğe sebep olduğunu” herkes söyler. İçinize giren bir azınlığın kendi dilini öğrenmesinden kime ne zarar gelir? Maalesef dünya değişiyor ama Almanya’nın bazı konularda kafası hâlâ eski. Bu eski zihniyetle de çağdaş gelişmeleri kavramaları ve modern sorunları çözmeleri mümkün görünmüyor.

Karnaval gününe denk geldik. Çalışan sınıfların eğlenme ve dinlenme imkânı maalesef her yerde sınırlı. Bütün bir yıl boyunca mütevazı karnaval kıyafetlerini giymek için hazırlanmışlar. Bilhassa çocuklar, bu gibi törenleri dört gözle bekliyor. Ya mart ayının başında sert bir hava gelir ya da pazartesi günü Mannheim’da olduğu gibi (bu kaçıncısı!) delinin biri çıkar, çarşı pazarda arabasıyla insanları biçer. Akşam saatlerinde dağılan karnavalı ve daha çok da mahzun çocukları gördüm. Pek dayanılır bir manzara değil. Belli ki bu toplumlar artık çocuklarını mutlu edememeye başladılar. Daha önce ne kadar mutluydular, onu da bilmiyorum. Bugün övünme günü değil. İnsanlığı ortak problemler ve mağduriyetler bekliyor. Avrupa, aklını başına toplamak zorunda.

Hakan Fidan’ın Londra’daki toplantıya katılıp söyledikleri, bizce artık fazla tekrar görünüyor. Avrupa devletlerinin, askerliğin yalnızca elektronikleşmiş bir sanayiden ibaret olmadığını anlamaları gerekiyor. Üstelik bu alanda da geri kalmaya başladıklarını kabul etmeleri şart. Asıl mesele, savunma gücünü oluşturacak kendi yurttaş kitlelerini tanımak ve değerlendirmektir. Türkiye Avrupa’da en büyük ordu ve savunma gücüyle ortada. Askerî sanayiye de son on yılda değil, uzun zamandır hazırlanıyor. Hâlâ bu menfi ve itici tavırlarını anlamak çok zor.

GÜÇ KAZANMA SEÇENEĞİ ORTADA

Amerika’nın Avrupa üzerindeki baskısı, ABD Başkanı Donald Trump ve ekibinin basitliği ve mahalle üslubuna rağmen, aslında beklenen bir reaksiyon olmalıydı.

Yazının Devamını Oku