BİRBİRİNE zıt tebliğler dolaşıyor. Birincisi, genel bir iyimserlik havası: Memleket kurtuldu. Oysa Suriye hiçbir zaman bir “vatan” olmadı. Bu coğrafyada yaşayan insanlar kendi kabileleri, soyları ve şehirleri içinde kimliklerini korudular. Ortadoğu tarihinin, ta “Ebla” ve “Mari Krallığı” gibi dönemlerden itibaren, parlak yerleri oldu. Ama o zamanlarda bile Suriye demek ya güneyden Firavunlar İmparatorluğu’nun, ya Hititlerin, ya da Asurlular gibi kuvvetlerin egemenliği demekti. Suriye, denizlere Fenikeliler gibi açılamadı; karalarda ticaret yaptı. Fakat her zaman bir imparatorluğun parçası oldu. Kendi fakirleştikçe imparatorlukları zenginleştirdi.
İki dönem var ki Suriye, her şeye rağmen barış içinde yaşadı: Klasik Roma dönemi ve Rönesans’tan itibaren Osmanlı İmparatorluğu. Kim ne derse desin, yakın tarihin en barışçıl dönemlerinden biri, bazı bilgisizlerin aksine, en azından bir tüccar ile entelektüel burjuvazinin dönüştüğü bir dönemdi. Son asırda, Osmanlı ricali kadar Fransız döneminde de küçümsenmeyecek kadar devlet adamı, toplumu sürükleyen şahsiyetler yetiştirdi; Bereketzâdelerden Suphi Bey, cumhurbaşkanının kızı Zehra Halefoğlu ve Şükri el-Kuvvetli gibi... Şükri el-Kuvvetli’nin savaş sonrası Fransızlarla kurduğu Harb Okulu’nun askerî darbelerin kaynağı olduğu söylenir.
Sınırların içinde yaşayan Suriye Nusayrileri tabii ki Arapça konuşuyor. Liderler Mişel Eflak’ın Baas Arap milliyetçiliğine çok bağlı görünse de aslında sadece kendilerine bağlılar. Ortadoğu’nun en eski kavimlerinden Aramiler ve Nabatiler gibi topluluklara dayanan bir Suriye halkı var. Bu kadar küçük bir coğrafyada, birbirinden bu kadar farklı motiflere sahip medeni üniteler pek görülmez. Bir de Suriye’nin kuzeyi var ki onun klasik medeniyetlerle ilişkisi, Ekrem Akurgal Hoca’nın birçok dile çevrildikten yıllar sonra Türkçeye kazandırılan “Doğu ve Batı - Mezopotamya: Yunan Sanatının Kaynağı” kitabında örnekleriyle anlatılıyor.
SINIRLARIMIZIN GÜVENLİĞİNİ KORUMAK ZORUNDAYIZ
Şimdi Suriye sükûnet içinde mi ve neyi, nasıl bekliyor? Bu soruları önümüze koymalıyız. Nusayriler ile Hafız Esad hanedanının düşmanı kitleler arasında gerçekten sükûnet olacak mı? İkincisi, güney sınırlarımızın güvenliğini korumak zorundayız. Güvenlik dediysek süt ürünleri veren Golan Tepeleri’nden değil, üç neslin Türkiye Güneydoğusu’nda enflasyon teriyle kurduğu barajlar ve sulanan topraklardan bahsediyoruz. Hani şu son arazi rejiminden dolayı her önüne gelene sattığımız, bu arada İsrail şirketlerinin bile aldığı sulanan topraklarımızdan söz ediyoruz. Bu araziler bir şekilde geri alınmalı, topraklarımıza sahip çıkılmalı. Nihayetinde, Ortadoğu bölgesinin su kaynaklarını yönetmek ve sahiplenmek zorundayız.
ORDULAR HAYDUTLA İŞ GÖRMEYİ SEVMEZ AMA...
Bütün bunlar acaba 30 kilometrelik bir sınırla sağlanacak mı? Ayrıca, 30 kilometrelik bir hatla Akdeniz’e çıkmaya çalışanların o denize çıkma hakkı var mı? Hangi vesileyle? Halep ne olacak? Sınırlar ne olacak? Nereler korunacak? Nerelerin gözetim altında olması gerekiyor? Kolay mütalealardan ve propagandadan korunmalıyız. Haklı olmak, endişesiz olmayı gerektirmiyor. Ayrıca, haklı olanların seslerini de bastırmaya hazır bir dünya var. Amerika Birleşik Devletleri, kuzeydeki YPG gerillalarından vazgeçebilir mi?
Aslında hiçbir düzenli ordu, haydut sürüleriyle iş görmekten hoşlanmaz. Ama hakikat şudur ki diplomatların, generallerin, devlet adamlarının ve tüccarların bile telaffuz edemeyeceği gerçekler var. ABD orduları, artık uzun zamandır İkinci Dünya Savaşı’ndaki “
Ortadoğu dediğimiz bölge, sınırları itibarıyla tartışmalıdır. Bu tartışma herkesi ilgilendiriyor gibi görünse de herkesin kendi bağımsız yorumunu yapabileceği bir alandır. Fas’tan başlayarak Afganistan’daki Hayber Geçidi’ne kadar uzanan kuzey sınırları, Balkanlar’dan başlayıp Yemen ve Somali’ye kadar devam eden bir coğrafya; Ortadoğu olarak kabul edilebilmektedir.
BU ÇATIŞMALAR GERÇEK Mİ YAPAY MI
Bu geniş coğrafyadaki kavimlerin, dillerin ve dinlerin birbirleriyle ne kadar ilişkisi var? Yoktur demek yanlış olur; çünkü bu, insanlık tarihini inkâr etmek anlamına gelir. Kısacası, medeniyet sadece bu bölgede değil, yeryüzünde başka yerlerde de görülmüştür. Örneğin, Çin’de ve bizim kıtamızdan bağımsız olarak, en azından 15. yüzyılın sonuna kadar Amerika kıtasında da medeniyet izleri vardır. Üstelik bunlar, insanların yaşam ve gelişim eğrilerinde dikkat çekici bir paralellik göstermektedir.
Ancak şu bir gerçektir: Doğu Akdeniz Bölgesi, bir dönem Güney Akdeniz ile Mezopotamya ve İtalya arasında kesintisiz bir bağlantı ve bütünlük sağlamıştır. Bu bütünlük, yakın zamanlara kadar korunmuş, ancak son iki asırda bölge bir çatışma alanına dönüşmüştür. Peki, bu çatışma gerçekten gerekli midir, yoksa yapay bir şekilde mi yaratılmıştır?
Bazı meseleler üzerine ciddi şekilde düşünmemiz gerekiyor. Palermo’nun ilginç Belediye Başkanı Roberto Lagalla şöyle demiştir: “Bizim şehrimizin bağlantıları İskenderiye, Beyrut ve İstanbul’dur. Kuzeydeki şehirlerle ne ilgisi var?” Bu tarihî gerçeklik bugün de geçerlidir. İnsanlar, Hristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki tezatların ötesinde, şimdi başka zıtlıklar yaratarak Doğu-Batı ayrımı yapmaya çalışıyorlar. Ancak bu ayrımlar sık sık başarısızlığa uğruyor. Günümüzdeki dünya olayları bunu açıkça göstermektedir.
Çelişkiler yalnızca Müslümanlarla Yahudiler ya da Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında değildir. Yahudi dünyasının kendi içinde dahi belirgin çelişkiler ortaya çıkmış, bunların birçoğu da Ortadoğu kaynaklı olmuştur. Aynı şekilde, İslam dünyasında da benzer çelişkiler bulunmaktadır. Ortadoğu’ya müdahale eden dış güçlerin hataları ise giderek artmaktadır. Bu durum bazen gülünç, bazen trajikomik bir hâl alarak, delinin kendine zarar vermesine dönüşmektedir.
SURİYE BİR ÜLKE MİYDİ
SURİYE adıyla anılan bir siyasi birlik, ne Roma İmparatorluğu’nda ne de Osmanlı İmparatorluğu’nda mevcuttu. Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük vilayetleri arasında Selanik ve Haleb başı çekerdi. Aynı şekilde, “Hüdâvendigâr” adıyla bilinen Bursa da bu vilayetlerden biriydi. Bu vilayetler, bugünkü birkaç bölgeyi içine alacak kadar genişti. Haleb, kendisine oldukça yakın olan Anteb (Ayıntab) Sancağı’nı ve Urfa’yı da kapsardı. Şimdilerde HTŞ’nin (Heyet Tahrir el-Şam) ilerlediği Hama da bu eyalete dahildi. Bu vilayetlerdeki tımarların sayısı fazlaydı ve asker mevcudu yüksekti. Her merkezin çarşılarındaki üretim, ayrı bir zenginlik kaynağıydı.
Haleb ile Şam arasında tarih boyunca büyük bir rekabet vardı. Öyle ki Şamlılar, Halebliler için “Timurlenk’in veletleri” tabirini kullanırdı. Ne yazık ki, son kriz sırasında Esad’ın milisleri Haleb ve halkına çok ağır bir yıkım yaşattı.
BU BÖLGEDE SORUMSUZCA DAVRANILAMAZ
Memluklar ve Osmanlılar dönemlerinden beri her türlü zenginliğin merkezi olan bu bölgenin ne zaman ve nasıl ıslah edileceği belirsiz. Ayrıca Haleb halkının, kendileriyle hiçbir bağı olmayan bir idarenin altında yaşaması mümkün değil. ABD’nin bu bölge üzerindeki, Akdeniz’e uzanmayı amaçlayan ve yerel YPG’yi destekleyen stratejisi ise son derece sakıncalı. Türk sınırlarının; güneydeki sanayi ve tarım havzasının geleceği açısından, bu bölgenin böylesine sorumsuz bir politikaya terk edilmesi mümkün değildir.
Bu vilayet, dinler ve mezhepler açısından oldukça renkli bir nüfusa ev sahipliği yapıyordu. İmparatorluğun son dönemlerinde dahi, Vilayet İdare Meclisleri’ndeki cemaatlerin ruhani ve laik temsilcilerinden oluşan bir yapıya sahipti. Adeta tarihte benzeri görülmemiş bir ruhban şurasını andırıyordu. Bölgede konuşulan diller de inanılmaz bir çeşitlilik gösteriyordu. Sadece Türkçe ve Arapça değil, Fırat kıyısındaki doğu bölgelerinde Kürtçe; Haleb ve civarındaki şehirlerde ise İtalyanca ve Fransızca bile konuşuluyordu.
18. yüzyıldan beri Akdeniz ticaretinin en önemli merkezlerinden biri olan Haleb, bugün de bu rolü üstlenmeye adaydır. Ancak Hafız Esad ve halefinin yönetimindeki Suriye’de bu bereketli yapının devam etmesi mümkün görünmüyor. Rusya, Putin’in liderliğinde ilk kez Akdeniz’e girdi ve Suriye’de bir üs kurdu. Ancak bu üssü ne derece başarıyla elde tutabileceği konusunda henüz ikna edici bir gelişme görülmüyor. ABD ise Ortadoğu politikasını kendi çıkarlarına göre şekillendiriyor, ancak bu tamamen bilgisizlik üzerine kurulu bir stratejidir. Şehirlerini terk eden insanların nasıl ve ne kadarının geri döneceği ise belirsizliğini koruyor.
Televizyon programı için çekime gittiğimiz Haleb kalesinin önü.
ÂDET olduğu üzere Beyaz Saray’da nöbet değişimi 1.5 ay sürüyor. Nadiren seçimi kaybeden başkan yeni gelenin maiyyetine işler hakkında bilgi verir, dosyaları devreder. Bu arada Beyaz Saray yeni sahip ve sahibesinin kabulüne hazırlanır. Amerikan demokrasisinin hayatındaki acâ’ib ve’l-garâ’ib safhası başladı. Biden görevi Trump’a devretmeye hazırlanırken tuhaf emirler verdi. Balistik füzelerin Ukrayna’ya teslim edilmiş olanları için kullanılış müsaadesi verildi. Bu karşı tarafı, yani tarihteki ikinci nükleer devin sahiplerini çileden çıkardı. Yapılacak iş yok. Kavganın hızı arttı. İki Slav milleti arasındaki kardeş kavgası diye nitelenecek çatışma doruğa, dönülmez safhaya ulaştı.
İLİŞKİLER NE ZAMAN BOZULMAYA BAŞLADI
Ukrayna ve Rusya’nın tarihi Çarlık dönemindeki tatsızlıklardan ve adaletsiz olaylardan sonra bilhassa 1930’lardaki suni açlıkla pürüzlü safhaya girdiydi. Fakat Sovyetler Birliği’nde Ukraynalılar her zaman ikinci millet olarak idare sahibi olmuşlardır. Bir yanıyla Ukrayna münevverlerinin sol ve Komünist partili kesimi Kiev devrinin yarattığı Rus ruhunun etrafında birbirleriyle anlaşırlardı. Ukrayna milliyetçiliği asıl Galiçya ve Bukovina’ya doğru uzanan kesimdeki Batı Ukrayna kesimidir. Burada kilise (Uniat Kilisesi) dediğimiz Grek Katolik ritüeli takip eder.
Halk ve münevverler Ukraynaca konuşmaya ve yazmaya dikkat ederler. Osmanlı tarihinin iki büyük uzmanı Agafangel Efimoviç Krimskiy ve talebesi Omeljan Pritsak bu bölgedendir. Yani Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avusturya İmparatorluğu’nun parçasıyken Polonya’ya kalan ancak Molotov-Ribbentrop antlaşmasından sonra Sovyetler Birliği tarafından ilhak edilen bölge söz konusu. Bütün muasır milliyetçilik, yani yurtdışında büyüyen bu kuvvetli diaspora Batı Ukrayna kaynaklıdır. Bugün de mesela Osmanlı tarihini bile Sovyetler Birliği Bilim Akademisi’nden daha farklı yorumlayan âlimler Victor Ostopçuk gibileri bu zümredendir.
Hiç şüphesiz ki 1989’dan itibaren Sovyetler Birliği’nin parçalanması ve komünist partinin idare hayatından çekilmesiyle ayaklanan Ukrayna milliyetçiliği, diğer eski cumhuriyetlerin de önüne geçti. Ukrayna Rusya’dan mı, yoksa rejimin kendinden mi daha çok soğumuştu? Buna karar vermek zor. Hatta Ukrayna Kilisesi bile Rusya Ortodoks Kilisesi’nden ayrılarak ve müstakil olarak Fener’e bağlanmak istedi. İstanbul’daki ökumenik patriyarklık başlangıçta bu talebe sessiz kaldı. Zaten Ukrayna’da Rusya’ya bağlı olan kanadın bağlantıları kendisine bağlı manastırlar ve cemaati daha önde gidiyordu. Bununla birlikte zaman içerisinde bağımsız kilise, yani otosefal Ukrayna Kilisesi’nin gelişimi hız kazandı ve yakın zamanlarda Fener’e bağlandı. Bu tabii Moskova ve İstanbul arasında da gerilimi artırdı.
Kiliselerin ayrılması ve cumhuriyetin teşkil edilmesi kadar kolay olmayan sorun; Ukrayna’nın ekonomik örgütlenmesi etrafında gelişiyor. Sovyetler Birliği’nin ne madenler ne ağır veya hafif endüstrisi ne de gıda endüstrisi gibi dalları olsun kolay kolay bölünemezler. Ziraata Ukrayna’da tıpkı Rusya’da olduğu gibi hatta daha fazla gelişme görüldü. Bereketli Ukrayna toprağı Sovyetlerin son 50 yılında çok gümrah bir kazanç ve üretim kaynağı değilken yeni düzende üretken oldu. Bunda yeni bir örgütlenme, toprakları aniden doğan eski bürokrat yeni bir zümrenin ele geçirmesidir.
BATILILARA GÖRE
Mustafa Kemal Paşa Anadolu mücadelesini yürüttüğü ve ilk büyük zaferi kazandığı günden beri (yani Eylül 1921 Sakarya Zaferi) kurucu Türkiye’nin Gazi mareşali ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti reisi olarak yabancıların dikkatini çekmiştir. Aslında çağdaşı olan Türkler de Halide Edip Hanım başta olmak üzere büyük lider üzerine çok çarpıcı görüşler ve tasvirler sunuyorlar. Pekâlâ Nazım Hikmet de yaşça bunlardan genç olmasına rağmen bu kuşağın adamıdır ve Kuvâyi Milliye Destanı’nda çizdiği Atatürk portresi samimiyetle ve vatanseverlikle çizilmiş ve şaire de saygımızı her zaman tazelememizi gerektiren adeta anıtsal bir nutuktur.
İKİ HARP ARASI DÖNEM
Gazi Paşa ile İstiklal Harbi’nin günlerini yaşayan, Anadolu Ajansı’nın kurucusu ve gerçek yapıcısı olan Halide Edip Hanım ve eşi Adnan Adıvar bir müddet sonra onunla çatışmaya düştüler. Sebep demokrasiydi, liberalimizdi. Yalnız çok saygı duyduğumuz seçkin ikilinin gerçekle teması olduğunu zannetmiyorum. Atatürk’ün zamanı iki harp arasıdır. Sadece demokrasi fikrinin değil Avrupa medeniyetinin bütün parlak yönlerinin çamura düştüğü zamandır. Demokrasinin fikri, felsefi temellerini inşa edenler dahi Anglosaksonlar hariç çok partili rejimin düşmanı kesildiler. Onu bir şarlatanlık, burjuva aldatması veya daha adi bir tabirle “Yahudi komplosu” olarak nitelendirdiler. Bu dönemin içinde Türkiye Cumhuriyeti liderinin demokrasi aleyhinde hiçbir demeci söz konusu bile değildir.
Dağınıklığı yüzünden işe yaramaz Hariciye Vekâleti arşivimiz bazen karıştırıldığı vakit (ki bunu yapmak sadece Dışişleri Bakanlığı mensuplarına ait ve öyle olması gerekmiyor) önemli şeyler bulunuyor. Merhum büyükelçi ve tarihçi Bilal N. Şimşir’in bulduğu; faşizm ve faşist diplomatik çevrelerde sefirlerimiz ve diplomatlarımızın nasıl davranması, ne kadar ihtiyatlı ve uzak durmaları üzerindeki Atatürk’ün talimatı dikkat çekicidir. Führer Almanyası ile kimsenin gırtlak gırtlağa girecek hâli yoktu. Fakat cumhuriyeti kuran kadroların bu tarafı da çok sağlamdır; Almanları hiç sevmez ve güvenmezlerdi. Batı demokrasisi bu nedenle Kemalist grup nezdinde “Anglosaksonlar” demekti. Britanya, Kemalist Türkiye’nin politik husumet dolayısıyla başında çok çekiştiği ama Lozan’dan sonra ister istemez yakın durduğu, saygılı davrandığı bir ülkedir, Birleşik Devletler’e de o zaman böyle bakılmıştı.
Cemiyet hayatının, yaşamın, kanunların devrimi ise en önemli fasıldır. Şimdi önümüzdeki yıldan itibaren Türk Medeni Kanun’un kabulü başta olmak üzere asıl 100. yılları kutlayacağız. Bir zamanlar solcuların dahi “gardırop devrimciliği” dediği balolar ve kıyafet devrimi ve kadınlara eşitlik meselesinin yeterince ciddiye alınmayışının bugünlerde hazin neticelerini yaşıyoruz; “Atatürk’ün başlattığı balo devrimi nihai hedefe varsaydı” demek gerekiyor. Ama Büyük Petro’nun balo devrimi dahi çok geç hedefe vardı ancak II. Katerina devrini bekledi.
DARON ACEMOĞLU VE 3 KONU
İnsanlarımız bu dönemi anlamıyorlar;
YAKIN tarihimizde Tanzimat devrinin muhtelif yorumları vardır. Bunlardan birincisi (ki süreklilik kazanan görüştür); Tanzimat devrinin Türk cemiyet ve toplum yapısını çağdaşlaştırma hamlesi olduğu ve Türkiye’nin devlet olarak mevcudiyeti ve Türk halkının zamana uyumunun bu şekilde sağlandığının belirtilmesidir. Esas görüş budur. Ne var ki derinlemesine ve esas olarak çapraz bir bakışla yapılmış ikinci bir görüş daha çok nutuk olarak caziptir ve Tanzimat’ı komple ve teslim olarak ele alır.
Tanzimat dönemi sanayileşmeyle ilgilenmiştir. Bu konuda 1930’lardan sonraki görüş Türkiye’de sanayinin tamamıyla ihmal edildiği, yabancı malların piyasayı istila ettiğidir. Görüş kısmen doğrudur, kısmen yanlıştır. İmparatorlukta iflas olduğu gibi birçok yerde dokumacılıkta bazı manifaktürün geliştirilmesinde hamleler yapılan bir devirdir. Donanmanın ıslahı için büyük adımlar atılamadı ama öbür yandan da tersanelerde ve Tophane’de askerî sanayinin devamı ve bazı yenilenmelere girildiği görüldü.19. yüzyılın dünyası vahşi bir dünyaydı. Bugün de ne kadar uygarlaştığını bilemiyoruz. Böyle bir dünyada toplumun yaşayabilmesi için askerî sanayide, topta ve diğer bilimlerde atılım yapılması gerekiyordu. Bunlar hatalar ve eksikler olsa da başarıldı.
Türkiye 20. yüzyıla varlığını koruyabilen bir memleket olarak girebildi. Birinci Dünya Savaşı’nda genç komutanların ve ordunun nizamının düzgünlüğü dolayısıyla büyük devletlere karşı direnebildi. Önemlidir çünkü Rusya’ya karşı siyasi hatalar, zaman ve tarafın iyi seçilememesi dolayısıyla başlangıçta zayıf bir cephede savaşa girildi. Hem Rusya hem de Britanya İmparatorluğu ile savaşa girilmek zorunda kaldı. Doğrusu Rusya karşısında kesin bir mağlubiyete uğramadık. Britanya İmparatorluğu da dört yıl meşgul ettik ki bu görülmüş bir şey değildi. Mondros ve Sevr’deki kinin sebebi de budur.
REFORM DEVRİ
Tanzimat Dönemi’nin asıl önemli gelişmesi merkezi devlet teşkilatında yenilenme, taşralarda mahalli halkın kısmen idareye iştirak edilmeye başlaması gibi bir sürecin devam ettirilmesidir. Mühendislik ve tıp eğitimi başlamıştı, bu bir yeniliktir ama asıl önemlisi Türkiye idaresi eğitim alanında büyük bir teşkilatlanma ve ilerlemeye şahit oldu. Yabancı eğitim kurumlarıyla, misyoner mektepleriyle rekabete girebildi. Bizatihi Galatasaray Lisesi (Mekteb-i Sultani) kurulması bile üçüncü dünyanın azgelişmiş ülkelerin eğitim tarihinde görülmeyecek bir atılımdır ve ancak Rusya’daki eğitim reformuyla mukayese edilebilir. Türkler ve Türk eğitici kadroları bugünkülerden çok daha idealist ve başarılıydı. Rusya İmparatorluğu’nda, Kuzey Afrika’da, elimizden çıkan Balkan ülkelerinde henüz bizde kalan bölümlerde halkımızı ayakta tutan ve çağdaş dünyaya ne de olsa bağlantı kurabilen bir eğitim sistemi vardı. Bu hız Cumhuriyetin ilk 30 yılında büyük başarıyla devam etti. Ondan sonra dejenere olmaya başladı. Yarım asırdır Türk eğitimi Tanzimat’ın ve ilk Cumhuriyet döneminin çok gerisinde bir tempoda vahim hata ve saplantılar içindedir.
Bununla birlikte Tanzimat Dönemi’nin ziraatta başladığı atılımlar son 40 yıla kadar gayet verimli bir patlama gösterdi. Fakat 40 yılda ziraat ve hayvancılıkta da vahim bir gerileme içine girildi. Bunlar dolayısıyladır ki Tanzimat Dönemi maalesef geçmişte kutlanacak bir başarı olması ötesinde bugün neredeyse örnek alacağımız bir dönem hâline dönüşmüştür.
Tarihyazıcılığımızda Tanzimat Dönemi reformların küçümseme hatta onun büyük adamlarını basit Üçüncü Dünya diktatörü, kiralık adamlar gibi göstermek devri bugün geçmektedir. Görüş demode olmuştur. İnsanlar mazide daha bilinçli ve adil hüküm verici olarak bakmaya başladılar. 1930’ların Tanzimat Döneminin tarihini yazanlarının aksine yurtiçi ve yurtdışı arşivlerde, kütüphaneler birinci el kaynaklara, orijinal gözlemlere dayanan tarihyazıcılık dönemine girilmiştir. Tanzimat Dönemi’nin Batı musikisine geçiş konusundaki çabaları Cumhuriyet’te değerlendirildi. Cumhuriyetin ilk 20 yılındaki opera kurma çabaları ve hakikaten operanın kurumlaşması bugün aynı hızla devam etmiyor. Dünyaca meşhur opera sanatçılarımız memleketimizde yad ellerde hayatlarını kazanıyorlar. Bütün bunlara bakmak lazım.
Bazı beyefendiler için burada bir not tutalım; 1934’te temsil edilen “
TRUMP yeniden geldi. Modaya uyarsak bu çok şaşırtıcı bir durum. Açıkçası, rakibesine gelince; Hindistan’dan ABD’ye gelen profesör anne, sıradan biri değildir. Bu kişiler çok fazla rekabet süzgecinden geçer. Kamala Harris’in annesi de böyle bir profesör. Babası ise; Jamaikalıları fakir Antilliler olarak düşünmemek gerek. UNESCO’da Jamaikalılar grubunu tanımıştım; eğitim seviyesi düşük bölgenin seçkin bir entelektüel grubudur. Kamala Harris mutlaka sevimli bir ailede yetişmiştir. Başkan yardımcılığı sırasındaki yakın çevresinden bazıları onun hakkında olumlu konuşurken bazıları çok olumsuz görüşlere sahip. Ancak bütün bunlar tek başına bir kıstas olamıyor. Biden denilen yaşlı lider, zamanında görevi bırakmasını bilmedi. Bir yeminle Kamala ABD başkanı olarak ara dönemi kapatsaydı seçimde de daha güçlü olabilirdi.
Trump’a gelince: Para konuştu, hem kendi parası hem de destekçileri arasında Elon Musk gibi maskaralar da var. Adamın belirli şartları karşılayan Pensilvanyalılara 1 milyon dolar ödemeyi vadetmesi ve bunu ilan etmesi hangi çağdaş demokrasi kuralına sığar, bilmiyorum. Böyle olunca paranın yetmediği fakir yerlerde ellişer dolar dağıtırlar ve işi götürürler.
‘ÇILGINLIK DEVRİ GELDİ’ DENİYOR
Amerikan demokrasisi üzerine en eski demokrasilerle ilgili övgü dolu söylemler duyuyorum. Milletimiz hem övmede hem de yermede ölçüyü kaçırır. Doğrudur, ABD Anayasası modern dünyanın ilk anayasasıdır; bu, onun sağlam olduğu kadar bazı köhne yanlarını da gösterir. Zamana uyum için yapılan değişiklikler bizdeki gibi sürekli yeni anayasa yapmadan, değişiklik maddeleri şeklinde metnin arkasına eklenir. Anayasanın boşluklarından sıkça istifade edildi. Trump’ın ilk başkanlığında yüksek mahkemeye kendi adamlarını atayarak bazı içtihat ve hükümleri etkileme yolunu seçmesi gibi, Roosevelt de muhafazakâr yargıçları azledemeyeceği için kendine uygun yargıçları ilave ettiydi. “New Deal,” yani Yeni Düzen Politikası da böyle başlamıştı.
Söylenenlere göre Trump’ın ilk şaşkınlığı geçmiş durumda. “Şimdi artık çılgınlık ve saldırganlık devri geldi,” diyorlar. Bu gibi endişeler şüphesiz Beyaz Saray’ın çalışanlarını ve başkanın etrafındaki, bizdeki bakan mesabesindeki sekreterleri ilgilendirir. ABD’nin geleneklerine aykırı şekilde, tam bir “canının istediğini getirip diğerlerini atma” devrinin başlayacağı açık. Zaten kendisi de söylüyor: “Göreceksiniz şimdi.” Fakat, bunun dışında bir dünya var; Trump, ister istemez dizginlenecek. Fakat o dünyada da Trump’ı dizginleyemeyecek olanlara da akıldışı davranışlar gösterilir.
Vladimir Putin ile dostluğu, bazı Amerikalıların iddia ettiği gibi ihanet sınırına çekilemez. Nihayetinde iki politikacının yakın ilişkileri çok eskiye dayanır. 18. asırda bir ülkenin veliahdı, diğer ülkenin hükümdarıyla gizlice ilişki kurarsa bu hem usulsüzdür hem de Büyük Petro ile oğlu Aleksey davasında görüldüğü gibi ihanet sayılabilir. Putin ile Trump bir ölçüde anlaşacaklardır. Ukrayna Savaşı’nın anlamsız kısmı sona erecek. Henry Kissinger, Doğu Ukrayna’nın Rusya’ya bırakılması gerektiğini söylediğinde bu bilgece bir yorum olarak kabul ediliyor da, Trump bunu söylerse neden suç sayılıyor?
Amerika’da seçimlerde para harcanır; hem bağışlar yapılır hem de bu paralar harcanır. Dostum Prof. Dr. Hüseyin Bağcı, bunu çok iyi ifade etti. Amerikan davranış ve zihniyetini anlamadan eleştirmek, aynı şeyleri yapmış olan eski dünyanın kendisini suçlu kabul etmesini gerektirir.
“ANADOLU coğrafyası çok zengin.” Evet, bereketli, ama Amerika gibi bir kıtayla hatta Arjantin gibi ülkelerle mukayese edilemez. Arjantin’in yönetimindeki hatalar, 1950’lerin başında bile geleceğin zengini diye bakılan bir ülkenin ne hâle gelmesine sebep oldu, gördük. 1930’larda çok daha aydın bir istikbali var gibi görünüyordu.
Nüfusumuz arttı, bundan sonra artacağa benzemiyor. Ciddi bir demografi enstitümüz (Hacettepe Üniversitesi’nin nüfus etütleri çevresi ve oradan yetişenler) ilginç figürler verdiler. Fakat bu asrın içinde Türkiye hâlâ genç nüfuslu bir ülke sayılacak. Bir müsbet tarafımız daha; Orta Asyada nüfus potansiyelimiz var. Canımız İslam milletlerini sevmek istiyor, Arapları kardeş görüyoruz gibi kuruntulardan çıkıp, göç politikası doğru dürüst idare edilirse, Kırgızistan, Afganistan’ın belirli bölgeleri Çin işgalindeki Türkistan gibi becerikli, hayvancılık yapan ve tarımcı eğitimi de hiç fena olmayan bir nüfus burayı besler. Bu bizim şansımız.
KÖYLÜLERİMİZE ÇİFTÇİLİĞİ SEVDİREMEDİK
Amerika zenginliğinden, İsrail ise son savaşa kadar kavmi özelliğinden dolayı dışarıdan ilmi nüfus çekiyordu. Kısacası, “Türkiye göçmen ülkesi değildir” demek doğru, ama “Türkiye’ye hiç göçmen almayız” demek yanlış. Köylülerimize çiftçiliği sevdiremedik. Çiftçiler ile son alıcı arasında köprü bir türlü kurulamadı. Maliyet artışları ve düşük fiyatlar nedeniyle ülke genelinde memnuniyetsizlik hâkim. Türk köy aile yapısı, maalesef işletmeye müsait değil. Bu konuda eğitim lazım. Aile ve miras hukukunda bazı düzenlemelere girilmesi lazım, fakat bunu da Medeni Kanun çıkarılması sırasındaki bir curcunaya çevirmeden ciddi bir heyetle işe başlamak gerekiyor. Böyle bir heyeti oluşturacak irade Tanzimat döneminde, Cevdet ve Âli paşalar gibileri sayesinde mümkün oldu. Sadrazamla hukukçu kafa kafaya verebildiler ve bir uyuşma noktası buldular. Bugün için böyle bir uzlaşma kabiliyetine sahip kadrolar görmüyorum.
Sözün kısası, facia kapılarda. Bereketli Antalya hem tarımı, hem iklimi, hem de hiç şüphesiz ki tarihî mirası itibarıyla dünyanın mümtaz bir parçasıdır, yani klasik Pamfilya bugünkü Antalya’nın batısından Alanya’ya kadar olan kesim. Elmalı, Korkuteli ve kıyıya doğru inen bölge korkunç bir tehdit altında. Antalya bölgesinde, Rusya’dan ve Ukrayna’dan gelen gelin kızların, Türk - Slav karışık evliliğinden doğan tatlı bebeleri, şehre 30 bin kişilik bir nüfus güzel bir Rusya kültürel hava da getirmişti.
BU KADAR SERBEST ARAZİ ALIM SATIMI YAPILMAMALI
Ukrayna - Rusya Savaşı’nda dikkatle tarafsız kalmamıza rağmen savaş nüfus cürufunu bize akıttı. 200 bin tane ne idüğü belirsiz Rus ve Ukraynalı, şehri istila etti.