YAKIN tarihimizde Tanzimat devrinin muhtelif yorumları vardır. Bunlardan birincisi (ki süreklilik kazanan görüştür); Tanzimat devrinin Türk cemiyet ve toplum yapısını çağdaşlaştırma hamlesi olduğu ve Türkiye’nin devlet olarak mevcudiyeti ve Türk halkının zamana uyumunun bu şekilde sağlandığının belirtilmesidir. Esas görüş budur. Ne var ki derinlemesine ve esas olarak çapraz bir bakışla yapılmış ikinci bir görüş daha çok nutuk olarak caziptir ve Tanzimat’ı komple ve teslim olarak ele alır.
Tanzimat dönemi sanayileşmeyle ilgilenmiştir. Bu konuda 1930’lardan sonraki görüş Türkiye’de sanayinin tamamıyla ihmal edildiği, yabancı malların piyasayı istila ettiğidir. Görüş kısmen doğrudur, kısmen yanlıştır. İmparatorlukta iflas olduğu gibi birçok yerde dokumacılıkta bazı manifaktürün geliştirilmesinde hamleler yapılan bir devirdir. Donanmanın ıslahı için büyük adımlar atılamadı ama öbür yandan da tersanelerde ve Tophane’de askerî sanayinin devamı ve bazı yenilenmelere girildiği görüldü.19. yüzyılın dünyası vahşi bir dünyaydı. Bugün de ne kadar uygarlaştığını bilemiyoruz. Böyle bir dünyada toplumun yaşayabilmesi için askerî sanayide, topta ve diğer bilimlerde atılım yapılması gerekiyordu. Bunlar hatalar ve eksikler olsa da başarıldı.
Türkiye 20. yüzyıla varlığını koruyabilen bir memleket olarak girebildi. Birinci Dünya Savaşı’nda genç komutanların ve ordunun nizamının düzgünlüğü dolayısıyla büyük devletlere karşı direnebildi. Önemlidir çünkü Rusya’ya karşı siyasi hatalar, zaman ve tarafın iyi seçilememesi dolayısıyla başlangıçta zayıf bir cephede savaşa girildi. Hem Rusya hem de Britanya İmparatorluğu ile savaşa girilmek zorunda kaldı. Doğrusu Rusya karşısında kesin bir mağlubiyete uğramadık. Britanya İmparatorluğu da dört yıl meşgul ettik ki bu görülmüş bir şey değildi. Mondros ve Sevr’deki kinin sebebi de budur.
REFORM DEVRİ
Tanzimat Dönemi’nin asıl önemli gelişmesi merkezi devlet teşkilatında yenilenme, taşralarda mahalli halkın kısmen idareye iştirak edilmeye başlaması gibi bir sürecin devam ettirilmesidir. Mühendislik ve tıp eğitimi başlamıştı, bu bir yeniliktir ama asıl önemlisi Türkiye idaresi eğitim alanında büyük bir teşkilatlanma ve ilerlemeye şahit oldu. Yabancı eğitim kurumlarıyla, misyoner mektepleriyle rekabete girebildi. Bizatihi Galatasaray Lisesi (Mekteb-i Sultani) kurulması bile üçüncü dünyanın azgelişmiş ülkelerin eğitim tarihinde görülmeyecek bir atılımdır ve ancak Rusya’daki eğitim reformuyla mukayese edilebilir. Türkler ve Türk eğitici kadroları bugünkülerden çok daha idealist ve başarılıydı. Rusya İmparatorluğu’nda, Kuzey Afrika’da, elimizden çıkan Balkan ülkelerinde henüz bizde kalan bölümlerde halkımızı ayakta tutan ve çağdaş dünyaya ne de olsa bağlantı kurabilen bir eğitim sistemi vardı. Bu hız Cumhuriyetin ilk 30 yılında büyük başarıyla devam etti. Ondan sonra dejenere olmaya başladı. Yarım asırdır Türk eğitimi Tanzimat’ın ve ilk Cumhuriyet döneminin çok gerisinde bir tempoda vahim hata ve saplantılar içindedir.
Bununla birlikte Tanzimat Dönemi’nin ziraatta başladığı atılımlar son 40 yıla kadar gayet verimli bir patlama gösterdi. Fakat 40 yılda ziraat ve hayvancılıkta da vahim bir gerileme içine girildi. Bunlar dolayısıyladır ki Tanzimat Dönemi maalesef geçmişte kutlanacak bir başarı olması ötesinde bugün neredeyse örnek alacağımız bir dönem hâline dönüşmüştür.
Tarihyazıcılığımızda Tanzimat Dönemi reformların küçümseme hatta onun büyük adamlarını basit Üçüncü Dünya diktatörü, kiralık adamlar gibi göstermek devri bugün geçmektedir. Görüş demode olmuştur. İnsanlar mazide daha bilinçli ve adil hüküm verici olarak bakmaya başladılar. 1930’ların Tanzimat Döneminin tarihini yazanlarının aksine yurtiçi ve yurtdışı arşivlerde, kütüphaneler birinci el kaynaklara, orijinal gözlemlere dayanan tarihyazıcılık dönemine girilmiştir. Tanzimat Dönemi’nin Batı musikisine geçiş konusundaki çabaları Cumhuriyet’te değerlendirildi. Cumhuriyetin ilk 20 yılındaki opera kurma çabaları ve hakikaten operanın kurumlaşması bugün aynı hızla devam etmiyor. Dünyaca meşhur opera sanatçılarımız memleketimizde yad ellerde hayatlarını kazanıyorlar. Bütün bunlara bakmak lazım.
Bazı beyefendiler için burada bir not tutalım; 1934’te temsil edilen “
TRUMP yeniden geldi. Modaya uyarsak bu çok şaşırtıcı bir durum. Açıkçası, rakibesine gelince; Hindistan’dan ABD’ye gelen profesör anne, sıradan biri değildir. Bu kişiler çok fazla rekabet süzgecinden geçer. Kamala Harris’in annesi de böyle bir profesör. Babası ise; Jamaikalıları fakir Antilliler olarak düşünmemek gerek. UNESCO’da Jamaikalılar grubunu tanımıştım; eğitim seviyesi düşük bölgenin seçkin bir entelektüel grubudur. Kamala Harris mutlaka sevimli bir ailede yetişmiştir. Başkan yardımcılığı sırasındaki yakın çevresinden bazıları onun hakkında olumlu konuşurken bazıları çok olumsuz görüşlere sahip. Ancak bütün bunlar tek başına bir kıstas olamıyor. Biden denilen yaşlı lider, zamanında görevi bırakmasını bilmedi. Bir yeminle Kamala ABD başkanı olarak ara dönemi kapatsaydı seçimde de daha güçlü olabilirdi.
Trump’a gelince: Para konuştu, hem kendi parası hem de destekçileri arasında Elon Musk gibi maskaralar da var. Adamın belirli şartları karşılayan Pensilvanyalılara 1 milyon dolar ödemeyi vadetmesi ve bunu ilan etmesi hangi çağdaş demokrasi kuralına sığar, bilmiyorum. Böyle olunca paranın yetmediği fakir yerlerde ellişer dolar dağıtırlar ve işi götürürler.
‘ÇILGINLIK DEVRİ GELDİ’ DENİYOR
Amerikan demokrasisi üzerine en eski demokrasilerle ilgili övgü dolu söylemler duyuyorum. Milletimiz hem övmede hem de yermede ölçüyü kaçırır. Doğrudur, ABD Anayasası modern dünyanın ilk anayasasıdır; bu, onun sağlam olduğu kadar bazı köhne yanlarını da gösterir. Zamana uyum için yapılan değişiklikler bizdeki gibi sürekli yeni anayasa yapmadan, değişiklik maddeleri şeklinde metnin arkasına eklenir. Anayasanın boşluklarından sıkça istifade edildi. Trump’ın ilk başkanlığında yüksek mahkemeye kendi adamlarını atayarak bazı içtihat ve hükümleri etkileme yolunu seçmesi gibi, Roosevelt de muhafazakâr yargıçları azledemeyeceği için kendine uygun yargıçları ilave ettiydi. “New Deal,” yani Yeni Düzen Politikası da böyle başlamıştı.
Söylenenlere göre Trump’ın ilk şaşkınlığı geçmiş durumda. “Şimdi artık çılgınlık ve saldırganlık devri geldi,” diyorlar. Bu gibi endişeler şüphesiz Beyaz Saray’ın çalışanlarını ve başkanın etrafındaki, bizdeki bakan mesabesindeki sekreterleri ilgilendirir. ABD’nin geleneklerine aykırı şekilde, tam bir “canının istediğini getirip diğerlerini atma” devrinin başlayacağı açık. Zaten kendisi de söylüyor: “Göreceksiniz şimdi.” Fakat, bunun dışında bir dünya var; Trump, ister istemez dizginlenecek. Fakat o dünyada da Trump’ı dizginleyemeyecek olanlara da akıldışı davranışlar gösterilir.
Vladimir Putin ile dostluğu, bazı Amerikalıların iddia ettiği gibi ihanet sınırına çekilemez. Nihayetinde iki politikacının yakın ilişkileri çok eskiye dayanır. 18. asırda bir ülkenin veliahdı, diğer ülkenin hükümdarıyla gizlice ilişki kurarsa bu hem usulsüzdür hem de Büyük Petro ile oğlu Aleksey davasında görüldüğü gibi ihanet sayılabilir. Putin ile Trump bir ölçüde anlaşacaklardır. Ukrayna Savaşı’nın anlamsız kısmı sona erecek. Henry Kissinger, Doğu Ukrayna’nın Rusya’ya bırakılması gerektiğini söylediğinde bu bilgece bir yorum olarak kabul ediliyor da, Trump bunu söylerse neden suç sayılıyor?
Amerika’da seçimlerde para harcanır; hem bağışlar yapılır hem de bu paralar harcanır. Dostum Prof. Dr. Hüseyin Bağcı, bunu çok iyi ifade etti. Amerikan davranış ve zihniyetini anlamadan eleştirmek, aynı şeyleri yapmış olan eski dünyanın kendisini suçlu kabul etmesini gerektirir.
“ANADOLU coğrafyası çok zengin.” Evet, bereketli, ama Amerika gibi bir kıtayla hatta Arjantin gibi ülkelerle mukayese edilemez. Arjantin’in yönetimindeki hatalar, 1950’lerin başında bile geleceğin zengini diye bakılan bir ülkenin ne hâle gelmesine sebep oldu, gördük. 1930’larda çok daha aydın bir istikbali var gibi görünüyordu.
Nüfusumuz arttı, bundan sonra artacağa benzemiyor. Ciddi bir demografi enstitümüz (Hacettepe Üniversitesi’nin nüfus etütleri çevresi ve oradan yetişenler) ilginç figürler verdiler. Fakat bu asrın içinde Türkiye hâlâ genç nüfuslu bir ülke sayılacak. Bir müsbet tarafımız daha; Orta Asyada nüfus potansiyelimiz var. Canımız İslam milletlerini sevmek istiyor, Arapları kardeş görüyoruz gibi kuruntulardan çıkıp, göç politikası doğru dürüst idare edilirse, Kırgızistan, Afganistan’ın belirli bölgeleri Çin işgalindeki Türkistan gibi becerikli, hayvancılık yapan ve tarımcı eğitimi de hiç fena olmayan bir nüfus burayı besler. Bu bizim şansımız.
KÖYLÜLERİMİZE ÇİFTÇİLİĞİ SEVDİREMEDİK
Amerika zenginliğinden, İsrail ise son savaşa kadar kavmi özelliğinden dolayı dışarıdan ilmi nüfus çekiyordu. Kısacası, “Türkiye göçmen ülkesi değildir” demek doğru, ama “Türkiye’ye hiç göçmen almayız” demek yanlış. Köylülerimize çiftçiliği sevdiremedik. Çiftçiler ile son alıcı arasında köprü bir türlü kurulamadı. Maliyet artışları ve düşük fiyatlar nedeniyle ülke genelinde memnuniyetsizlik hâkim. Türk köy aile yapısı, maalesef işletmeye müsait değil. Bu konuda eğitim lazım. Aile ve miras hukukunda bazı düzenlemelere girilmesi lazım, fakat bunu da Medeni Kanun çıkarılması sırasındaki bir curcunaya çevirmeden ciddi bir heyetle işe başlamak gerekiyor. Böyle bir heyeti oluşturacak irade Tanzimat döneminde, Cevdet ve Âli paşalar gibileri sayesinde mümkün oldu. Sadrazamla hukukçu kafa kafaya verebildiler ve bir uyuşma noktası buldular. Bugün için böyle bir uzlaşma kabiliyetine sahip kadrolar görmüyorum.
Sözün kısası, facia kapılarda. Bereketli Antalya hem tarımı, hem iklimi, hem de hiç şüphesiz ki tarihî mirası itibarıyla dünyanın mümtaz bir parçasıdır, yani klasik Pamfilya bugünkü Antalya’nın batısından Alanya’ya kadar olan kesim. Elmalı, Korkuteli ve kıyıya doğru inen bölge korkunç bir tehdit altında. Antalya bölgesinde, Rusya’dan ve Ukrayna’dan gelen gelin kızların, Türk - Slav karışık evliliğinden doğan tatlı bebeleri, şehre 30 bin kişilik bir nüfus güzel bir Rusya kültürel hava da getirmişti.
BU KADAR SERBEST ARAZİ ALIM SATIMI YAPILMAMALI
Ukrayna - Rusya Savaşı’nda dikkatle tarafsız kalmamıza rağmen savaş nüfus cürufunu bize akıttı. 200 bin tane ne idüğü belirsiz Rus ve Ukraynalı, şehri istila etti.
Öteden beri Gelibolu’daki Albay Mustafa Kemal Bey ve Filistin Cephesi’ndeki Mustafa Kemal Paşa hakkında olur olmadık yazılar yazılır. Ne yazık ki bu cepheler hakkında kalem oynatanların birçoğu tarih bilmez, okumaları eksiktir. Üstelik kasaba kültürüyle edindikleri birtakım önyargılar ve hurafeler, zihinlerinde adeta saplantı haline gelmiş ve ana motivasyonları olmuştur. Elbette kasabayı küçümsemek niyetinde değilim; zira Rusya İmparatorluğu’nun kasabaları, orada yetişen az sayıda münevver, bilhassa ‘gymnasium’da okutulan dersler, müthiş şahsiyetler ortaya çıkarmıştır. Mesela Simbirsk gibi Volga kıyısındaki tipik bir Feodal Rusya şehrinde Nikolay Karamzin gibi bir tarihçi, İvan Gonçarov gibi bir romancı yetişmiş, 20. yüzyıl Rusya’sı ve dünya siyasetini derinden etkileyen Vladimir İlyiç Ulyanov (Lenin) ve onun rakibi Aleksandr Kerenski de aynı şehirden çıkmıştır. Bu insanlar Roma ve İngiltere tarihini oralarda okumuşlardır.
KOLAY DİPLOMA POLİTİKASI EĞİTİM KALİTESİNİ DÜŞÜRDÜ
Bizim de vilayet merkezlerimiz zamanında kasaba kadar izole yerler de esaslı insanlar yetiştirmiştir. Ancak 18. yüzyılın Türk kasabası, artık eski kasaba değildir. Zanaatlar ölmüş, 18. yüzyıl başındaki Karaman ile 19. yüzyıldaki Karaman aynı değildir. Aksaray da aynı Aksaray olmadı, hatta Diyarbakır bile eski Diyarbakır gibi kalmadı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye ekonomik bakımdan geliştikçe, öğrenme ve çalışma merakı garip bir şekilde azalmıştır. Demokrasi döneminde okulların “Bir mühür bir müdür” anlayışı ve partilerin kolay diploma dağıtma politikasıyla eğitim kalitesi düşmüştür. Bugün sosyal medyada gördüğümüz saçmalıkların temelinde bu vakıa yatar.
Mustafa Kemal Bey, Çanakkale Muharebeleri’nde henüz general değildi. Mevki komutanı Osmanlı Mareşali sıfatıyla Enver Paşa tarafından oraya getirilen Liman von Sanders’ti. Ancak Liman Paşa, birçok müşavir Alman generali gibi kibirli ve “dediğim dedik” bir subay değildi. Emri altında sadece Mustafa Kemal Bey değil, Kâzım (Karabekir) Bey ve 57. Alay’ın şehit komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey gibi çok sayıda deha vardı. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı’ndaki genç ordular arasında nadir görülebilecek portrelerdir. Özellikle Mustafa Kemal Bey, Liman von Sanders’in verdiği bazı emirleri eleştirmiş, Liman Paşa da aksi kişiliğine rağmen makul bir yaklaşımla bu eleştirileri dikkate alarak emirleri değiştirmiştir. Çanakkale bir zaferdir ve bu zaferin komutanları ile erleri, tarihimizin en muhteşem kahramanlarıdır.
FETÖ’cü takımı ve Almanya’daki BND dalkavuklarının sosyal medyada “Çanakkale’yi 19 bin Alman savundu, zaferi böyle kazandık” gibi utanmazca iddialarını görüyoruz. Bu türden utanmazlıklar maalesef bizim kasaba münevverlerinde de görülüyor. “Atatürk’ü kim bilirdi?” diyorlar. Bilen biliyordu. Zaten Çanakkale’de söylediğim gibi her savunucu, tarihimizin yüce abideleridir.
Mustafa Kemal Bey Gelibolu’dan sonra mirliva (tuğgeneral) yapıldı. Savaş Nişanı kazandı ve Edirne’ye tayin edildi. Oradan da Diyarbakır Kolordusu’na geçti. Burada Bitlis ve Muş’un istirdadı gibi büyük bir zafer kazandı. Ancak geri aldığı bu yerlerden Muş kısa süre sonra tekrar Rusya’nın eline geçti. Filistin’e ilk tayini de 1917 ortalarında Yıldırım Ordular Grubu kurulduğunda oldu. Bazı cahil kişilerin yazdığı gibi Gazze’den kaçıp kuzeye gitmiş değildir. Filistin’e ikinci tayini 1918 Ağustos’unda olmuştur. Suriye Cephesi’ne başkomutan olarak tayin edilen Liman Paşa’nın yönetiminde 7.Ordu’ya komuta etmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgimiz, esasen Avusturya’nın işe yaramaz derecede kötü kurulan Rusya’daki mevzilerini tutamaması, Bulgaristan’ın aniden mütareke istemesi (çünkü onlar da tükenmiştir) ve Almanya’nın da nihayet bizim hemen ardımızdan mütareke talebinde bulunmasıyla sona ermiştir. Bulgaristan’ın çekilmesinden sonra İtilaf Devletleri’nin bölgedeki komutanı olan Fransız Mareşal Louis Franchet d’Espèrey’in yolu açılmıştır. Bu durumda yapılacak bir şey kalmamıştır. Dolayısıyla, Nablus’taki kısmî direnişe rağmen, Mustafa Kemal Paşa’nın da elinde fazla bir imkân yoktu ve mütareke geldi.
KASABA MÜNEVVERLERİNİ DİNLEMEYİN
Ertuğrul Osman Efendi, Osmanlı hanedanının Şehzade Harun Efendi’den iki önceki hanedan reisiydi. 15 yıl boyunca Avrupa’da ve dünyada tahtını kaybetmiş hanedanların mensupları ve reisleri arasında, ilmi, zekâsı, bilgisi ve zorunluluktan değil, samimi bir sevgiyle aranılan, hürmet gösterilen bir kişilik olarak biliniyordu.II. Abdülhamid’in oğlu Mehmet Burhaneddin Efendi ve Aliye Melek Nazlıyar Hanımefendi’nin oğluydu. Hanedan üyelerinin sürgün listesine dahil edilmesine rağmen, babasının iş hayatını tercih etmesi sebebiyle daha önceden Avusturya’da bulunuyorlardı. Nitekim 1924’te Viyana’da Theresianum’da iken hanedanın ani sürgün kararı verildi. Theresianum, Avusturya İmparatorluğu’nun seçkin çocuklarının okuduğu bir kurumdu. Hem askerî sınıfa hem de diplomasiye girecek kimseler burada eğitim alırdı. Aynı zamanda, tarihte Şarkiyat Şubesi’nin büyük âlimi ve bir diplomat olarak yetiştirilmiş olan Joseph von Hammer-Purgstall gibi isimler de burada eğitim görmüştür.
YENİ CUMHURİYETE SAYGI GÖSTERDİLER
Ertuğrul Osman Efendi, 1924 yılında çoktan Paris’teydi ve Institut d’études politiques de Paris’te eğitimini sürdürüyordu. Biyografisine her yerde rastlamak mümkündür. Şahsen, ilk kez elime geçtiği gece bırakamadan bitirdiğim “Şehzadenin Yüzyılı: Sultan II. Abdülhamid’in Torunu Ertuğrul Osman Efendi’nin Hatıraları” kitabını ancak takdim gününde elime verdiler. Bununla birlikte, kitaptaki bilgiyi izleme zevkini okurlarına bıraktım.
Ömürlerinin son yıllarında gayet dinç bir vücut ve zihinle Neslişah Sultan ile Ertuğrul Osman Efendi’yi tanıdım. Bu, benim talihimdi. Hiç unutamayacağım bir portredir. Devrilen hanedanın üyeleri de milletin menfaatini ve haysiyetini her şeyin önünde tutup yeni cumhuriyete saygı göstermenin canlı örnekleridir. Kazanan onlar oldular. Habsburglar, Bourbonlar, Hohenzollern hanedanları aynı olgunluğu göstermediler ve kaybeden onlar oldu. Ülkelerinde kurulan cumhuriyetler devam ediyor ve edecek; ancak gösterdikleri olgunluk, haysiyet ve mensup oldukları millete saygı bakımından bizimkilerle yarışamazlar.
Yıllar boyunca başka bir pasaport kullanmadı. Bir noter kimliğiyle yaşadı ve iş yaptı. Nihayetinde, zamanın başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisine sunduğu pasaportla Türk vatandaşlığına yeniden döndü. Ertuğrul Osman Efendi, herkesi kendine hayran bırakan bir kişilikti. Ancak bu meziyeti, herkesle iyi geçinmek gibi bir oportünist karakterle karıştırılmamalıdır. “Bizim aile için bir felaket olan bu durum, millet için faydalı olmuştur” demesini bilirdi. Böyle bir vakara sahipti. Devlet yaşar, millet ona her zaman büyük hürmet gösterdi. Cenaze kalabalığı da bunu gösterir nitelikteydi; Sultanahmet Meydanı dar geldi. Divan Yolu’ndaki II. Mahmud Türbesi’ne defnedildi. Türbe, her şeyi unutmaya ve öğrenmemeye yatkın İstanbul’un yeni nesillerinin hafızasına bu vesileyle kazındı. 23 Eylül 2009’daki bu küçük tören, tarihle barışmanın bir ifadesidir.
Çok özgün ve bronz gibi sağlam bir kültürel birikime sahipti. Bir anımızı unutamam; eşi, Afgan hanedanından Zeynep Tarzi ile müzeyi gezmeye geldiler. Belirli yerleri gezdikten sonra, Avrupa protokolünde prenses olan, burada ise Zeynep Tarzi Hanımefendi olduğunu iftiharla belirten Zeynep Hanım (zira Doktor Pakize Tarzi’nin kızıdır), o gün haremi gezmek istediğini söyledi. Ertuğrul Osman Efendi ile dinlenmesi için müdüriyetime doğru yürüdük.
AVUSTURYALI EKİBİ DUYGULANDIRAN ALMANCA
O gün sabah, Avusturya televizyonu ORF gelmişti ve sarayda benimle bir röportaj yapıyor, etrafta çekim yapıyorlardı. Ekibin başında olan Avusturyalı hanım yanıma gelerek, “
Şiddet ve cinayet, dünyada şehirleşmeyle birlikte artıyor gibi görünmektedir. Bir şehrin kuruluşu, insan ilişkilerinin hem ekonomik hem de sosyal açıdan değişime uğradığı bir alanın doğumunu simgeler. Şehir, kayıtların, bilgilerin ve olayların düzenli olarak kaydedilmesi demektir. Dolayısıyla şehirleşmeyle birlikte tarih ortaya çıkmaktadır. Tarihin kaydetmediği toplumlar, yalnızca arkeolojik ve jeolojik buluntularla anlaşılabilir. Bu toplumların yaşam biçimlerini, ilişkilerindeki adetleri eksiksiz ve ayrıntılı olarak tespit etmek mümkün değildir. Mukayeseli antropolojik incelemeler de bu toplulukları yeterince iyi açıklayamaz. Kısacası, tarih şehirle başlar ve şehirler, insan yaşamında hem adetlerde hem de ilişki biçimlerinde sürekli bir değişim gösterir.
Şiddet ve suçun sadece son dönemlerin bir alışkanlığı olduğunu düşünmeyelim; ancak endüstrileşen şehir, eşitsizliğin sadece gelir dağılımında değil, eğitimde de görüldüğü, insanların mutluluk ve mutsuzluklarını çözümleme biçimlerinin zaman içinde farklılaştığı bir toplum yapısını doğurmuştur. Bir toplum, insanların birbirlerinin derdini dinlediği, yüz yüze çözümler aradığı bir yerken, son iki-üç yüzyılda bu konuda gittikçe artan bir yalnızlık ve bireysel toplum yapısının ortaya çıktığı görülmüştür. Yakın tarihlerde Batı Avrupa’da polis kayıtlarının iyi tutulduğu yerlerde “Karındeşen Jack” ve “Mavi Sakal Landru” gibi seri katiller, o toplumlara özgü kalıplar olarak değerlendirilirken; diğer toplumlarda benzer vakaların yaşandığı, ancak kayıtsızlık ve unutkanlık nedeniyle tarihin hafızasından silindiği anlaşılmaktadır.
KÖYLERDEN ŞEHİRLERE...
Türkiye’nin hızlı şehirleşmesi, 20. yüzyılın ortalarında başladı. İkinci Dünya Savaşı’na fiilen katılmadık. Bu savaştan sonraki refah ve işletme mekanizmalarından etkileniş, gerçekten yeni bir Türkiye yarattı. Merhum hocamız Halil İnalcık, “Anadolu kıtasının refahı, klasik eski Roma dönemindedir ve ardından büyük karmaşık Bizans döneminde sona erer. İkinci refah dönemi ise Anadolu Selçukluları dönemindedir” der, Osmanlı dönemini ise bu bağlamda zikretmez; “1946’dan sonraki dönemdir,” diye eklerdi. Milli gelirimizdeki artış ve yaşam biçimimizdeki değişimler göçleri de beraberinde getirdi. Türkiye’de kırsal kesimden göç, köylerdeki açlık krizleri veya ölümler nedeniyle değil, aslında daha sancısız bir sosyoekonomik değişimle gerçekleşti. 1950’lerin başında yüzde 80 olan köy nüfusu bugün yüzde 8’e kadar gerilemiştir. Pek çok köy statüsü kaldırılarak, yakınlardaki kasaba veya il merkezlerinin bütçe ve etkileşim mekanizmalarına bağlanmıştır. Bu gibi gereksiz tedbirlerin yanı sıra, köylerin iç yapısında yaşanan aile çözülmeleri köyleri boşaltmaya itmiştir. Son 60 yılda, ki bunu bizim nesil neredeyse gözlemiştir, Türkiye’de “gecekondu” adı verilen yerleşim alanları Macarcadan gelen tatlı bir kelime olan “varoş” (şehir dışı) ile özdeşleşmiştir. Varoşlarda, sakin fakat yavaş yavaş kalıp değiştiren; nesiller arasında adet kopukluklarına, kimi zaman cinayetlere varan komşu ve aile içi çatışmalara tanık olunmaktadır. Otomobil medeniyeti ise bambaşka bir kaos yaratmıştır. Konuşulan dil, ne köy dili ne de şehir dilidir; eski İstanbul’un ve eski Anadolu şivelerinin kaybı söz konusudur. Bunu bir “proletarya jargonu” olarak tanımlamak da pek mümkün değildir. Sonuç olarak, ortaya inanılmaz psikolojik hastalıklar ve yeni akımlar çıkmıştır. Tuhaf eğilimler ve satanizm gibi çeşitlemeler de kendini göstermektedir.
Boşanmaların sayısındaki artış, bazı taraflar için aynı rahatlıkla karşılanamıyor. Sokak cinayetleri ise polisin yeterince kontrol sağlayamaması ve yasal boşluklar nedeniyle artış gösteriyor. Kadın-erkek anlaşmazlıkları ve bunun cinayete kadar varan sonuçları, her ülkede farklı şekillerde kendini gösterir. Örneğin, birbirine çok yakın olan İspanya ve Portekiz bu konuda iki zıt kutuptur. Romanya ile Bulgaristan halkı arasında bile bu açıdan fark vardır. İran’daki sokak kavgaları Türkiye’deki kavgalarla benzerlik göstermez. Mısır’da ve İran’da şoförler ya da çarşıdaki kriminal gruplar genellikle uzun süreli tartışmalara girerler; bizdeki gibi hemen delici ve kesici aletler ya da silah kullanılmaz. Rusya gibi yerlerde ise kriminal olaylar daha kurnazca, acımasız ve örgütlü bir şekilde yapılır. İki maganda arasındaki çatışma, o anda sokakta silah çekilmesiyle değil; olaydan çok sonra birinin sokakta yürürken bıçaklanmasıyla sona erer. Türkiye bu konuda farklı bir yerdedir.
KRİTİK BİR DÖNEMDEYİZ
Çocuklarımızı kontrol edemiyoruz ve onlara yeterince sevgi veremiyoruz.
BUGÜNE kadar yerli ve yabancılar arasında “Modern Türkiye’nin Doğuşu” kitabının yazarı Bernard Lewis Fars, Arap kültürü, Latin ve İbranî dillerindeki ustalığı ve birikimi yanında Rusça, Almanca, Fransızca, İtalyancada, Batı ve Doğu’yu bir araya getirmeye gayret etmiş biriydi. Siyonistti ama dindar değildi. Bu siyonizminin hiç şüphesiz bugün İsrail’de ve Amerika’da rastlanan aşırı fonlarına bulaşmayacak kadar da Arap dünyasını tanırdı. Tanıdığı ve iltifat gördüğü Türkiye’nin aşırı bir hayranı ve taraftarı mıydı? Mesafeli bir sempatisi vardı. Türkiye onun için reformlar yapan ve demokrasiye yakın bir ülkeydi. Ömrünün son 30 yılına yaklaşan şahsi görüşmelerimin dışında 1970’lerin başından beri sayısız konferansında da bulundum. “Ortadoğu” onun en iyi kitabıdır ve bu sahada okumamız, okuyucumuzun bilmesi gereken bir eserdir. “Ortadoğu” kitabının yanında yakın zamanda çıkan “Modern Ortadoğu Nasıl Kuruldu?” kitabının okunması da tavsiye edilir.
Senkronik (eş zamanlı) olarak Çin’de, Hint’te medeniyet vardı, ama bu parçaların birbiriyle ve Ortadoğu’yla ilgisi azdı. Bu cümle bir slogan değildir. Çinliler Ortadoğu ve Mısır kadar olmasa da milattan önceleri devletleştiler ve yazıları vardı. Hint alt kıtasında Muhanca - Dara kültüründe bu yazılı safhaya rastlanmaz. Demek ki Akdeniz ve Ortadoğu milattan önce 4000’lere kadar uzanan piktografik (resim yazısı) ve bunu izleyen çivi yazısı ve Mısır’daki hiyeroglif ile yazılı kültüre ulaşan, etrafıyla ilişki kuran, Küçük Asya’yı, Akdeniz’deki kıyıları, Ege adaları ve Kıbrıs gibi yerleri de etkileyen bir medeniyettir. İran da bu büyük çerçeveye bitişiktir.
ROMA, BİZANS VE OSMANLI İMPARATORLUĞU
Bu safhayı bugün ele almıyoruz ama gerçekten bu eski Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de birtakım milletler gibi Filistinliler ve Yahudiler de yer alır. Bugün Lübnanlıların ataları Fenikelilerle bağları malûmdur. Bu medeniyetin Helenistik devirdeki kalıntılarını yeryüzüne ilk çıkaran da arkeolog Osman Hamdi Bey’dir (Sayda [Sidon] kazılarıyla). Helenizm Doğu ve Kuzey Akdeniz’e bunlara göre geç gelir ama dünya tarihindeki önemi açıktır. Roma bütün Akdeniz’i birleştiren ilk büyük imparatorluktur. İkincisi coğrafya olarak buna yakın olanı ve Hristiyanlığın getirdiği felsefede ve plastik sanatlardaki yenileşmeye rağmen Bizans’tır ve Müslüman dünyayla eskinin birbirini artiküle eden, ekleyen (saçaklaştıran) Osmanlı İmparatorluğu’dur. Fatih Sultan Mehmed aslında tipik bir Roma imparatorudur; Kayzer-i Rum unvanları arasındadır ve bu özellik kendi portresini oluşturan çizgilerde de mevcuttur.
1516 ve 1517 yılı bugünkü Suriye, Çukurova, Filistin, Lübnan ve ardından da Mısır’ın imparatorluğa katıldığı yıldır. Bunların hepsi zamanın askerî teknoloji ve bir harp dehası olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçekleştirdiği değişimdir. Aynı zamanda Kuzey Afrika’da Cezayir, Tunus bugünkü Libya, o günkü Trablusgarp, Garp Ocakları denen memleket bu devlete tabidir ve burada sosyal bir değişim tamamlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan evvelki Memlukler, İslam’ın Türk - Çerkes savaşçı sınıfını Arabistan ulemasıyla kaynaştıran bir idareydi. Mercidabık ve Ridaniye Savaşlarıyla Osmanlılar onların halefi oldu.
19. asırda yerli yabancı herkesin üzerine müttefik olduğu bir durum şudur; Arap değişmiştir. Bugünkü Arap entelektüellerinin ve iş bilmeyen bazı sözde tarihçilerin de tekrarladığı, “Araplar Türkler yüzünden yerinde saydılar” sözü çok tartışılır ve tartışılıyor. Hem de sırf bizim açımızdan değil çünkü tarihçiliğimiz bir iki istisna dışında modern Ortadoğu’yu incelemeye üşeniyor. Bu işi yapan Amerikan ve İngiliz üniversitelerindeki Yahudi bilginlerdir. Şüphesiz ki muhalif görüşler bazı grupların kendi yorumundan çok onlara dayatılan görüşler de olabiliyor. Ama tarihçilikte yeni safhaya geliyor.
Ortadoğu 1919’da ortaya çıkan Fransız ve İngiliz mandasından beri huzursuzdur. Bozdukları en önemli nizam; şehirlerdeki Osmanlı idari sistemi, her din mensubunun millet idaresi altında ele alınması, iki; bilhassa aşiret yapısına Osmanlı yönetiminin ilginç bir uzlaşma sistemiyle el atmasıdır. Bu böyle devam etti. İngilizler geldiği zaman daha mükemmel ve modern bir tarz getiremediler. Üstelik eski nizamı sarsarak yer yer isyanlara ve huzursuzluklara sebep oldular.
İSTANBUL, İzmir, Ankara ve Adana’nın varoşları, resmi rakamlarının çok ötesinde nüfus barındırıyor. Mesela İstanbul vilayeti, neredeyse Kocaeli’nin varoşlarına bitişmiş durumda. Adana, Mersin, Tarsus gibi merkezler birbirine çok yakın. Ankara’da varoş diye tanımlanan mahalleler, bizim kuşağımızda mütevazı alt orta sınıf banliyöleriyken, bugün son derece karmaşık bir demografik yapıya ve kriminal yuvalanmalara ev sahipliği yapıyor. İzmir de bu gidişatın dışında değil. Aynı toplumsal kalıbı Batı Avrupa metropollerinde de görmek mümkün.
İMKÂNSIZLIK SUÇA İTİYOR
Bu bölgelerdeki eğitimsizlik ve okullaşma sorunu öğretmen eksikliğini ve eğitim kalitesizliğini iki kat artırıyor. Varoş gençliğini eğlendirecek ya da meşgul edecek ne sanat, müzik ve tiyatro imkânları var, ne de yoğun bir spor faaliyeti. Türkiye’de spor, pahalı bir faaliyet. Bu nedenle varoşlar, sanat ya da spor yıldızlarından çok, suçlular yetiştiren bir yapıya evriliyor. Bu gelişme, Türkiye’yi birçok üçüncü dünya ülkesinde olduğu gibi Güney Amerika metropollerine benzetiyor. Tarihsel ve kültürel kodlarımıza tamamen zıt bu durum, toplumu büyük bir dehşetin eşiğine getiriyor. Aziz dostum Sedat Ergin’in bu hafta kaleme aldığı yazı da bu korkunç gerçeği gözler önüne seriyor.
Toplumda orduya ve polise karşı bir direnç ve bu kuvvetleri hafife alma gibi bir davranış biçimi yaygınlaşıyor. Bu, toplumsal bir serserilik hâlini alıyor. Liyakatsiz, partizan, eğitimsiz ve ideolojik saplantılarla malul bürokrasi ve siyasi temsilciler kanuna ve devlete saygıyı ortadan kaldırıyor. Devleti bir tabu olarak gören geleneksel kültürümüz, yeni liberal takımın hayalini kurduğu bireysel haklar ve özgürlükler anlayışına dönüşmediği için, yerini haydutluğa ve başıbozukluğa bırakıyor. Bu durum, bireylerin devlet karşısındaki bin yıllık tutumlarını terk etmeleri anlamına geliyor. Avrupa tarihinde de benzer süreçler yaşandı; ancak Avrupa, muhafazakâr ve sosyal demokrat anlayışlarıyla vatandaşlık kültürünü geliştirmeyi başardı ve serseriliğe yer bırakmadı.
YA TIMARHANE YA HAPİSHANE
Varoş suçluluğu her yerde mevcut, ancak bunun kahramanlığa evrilmediği yerlerde toplum düzeni daha sağlam kalabiliyor. Kanunların, güvenlik güçlerinin ve ordu mensuplarının savunma haklarını garanti altına almamak, politikacıların popülizm adına sorumsuz kitlelerle işbirliği yapması son derece tehlikeli bir gelişme.
Henüz