Paylaş
İlle Richard Kimble olmak mı? Onun yerine paylaşım, hasretin dinmesi, sevgi buluşmaları... Yani... Mevlana felsefesi: Gel ne olursan ol, gel... Büyüklerin özlemi de bu değil mi? İlle kaçacaksak da, bunu da çağa uydurmak belki... Yani... Kaçak bayramları büyük aile buluşmaları olarak organize etmek... Kim bilir, belki... Bir gün...
Bayramları görkemli buluşmalar olarak algılamak...
YİNE “tatil” diye sarılıp, uzaklara yelken açtığımız bir süreç mi bayram?
Yoksa... Sevgiyi, yardımı, dayanışma ve paylaşımı ön plana çıkardığımız günler mi?
“Güzel havalar” Evkaftaki memuriyetin kaybının nedeni midir?
Ya da... Bir takım değerlerden uzaklaşmanın...
Yani... Yağmur yağarsa...
Bayramların bildik, tanıdık yüzü de...
Havalar güzel olursa, ver elini “uzaklar”.
Bu ne yaman çelişki Allah aşkına!
Ya bunun orta yolu?
Yaz - boz tahtası da yaşam...
İlmek ilmek örülen, taş taş dikilen bir güzellikler manzumesine çevirmek de bizim elimizde değil mi?
Bayramlar bir şekilde benzer de...
Benzeri olmayan “yitirdiklerimiz”.
Bir daha geri gelmeyenler...
Gülüşüne, bakışına hasret kaldıklarımız...
Sözünü, sohbetini, sevgisini özlediklerimiz...
Dostluklarına, yardımlarına, bazen bir sıcak dokunuşuna neler değişmeyeceklerimiz!
Aslında “nerdeee o eski bayramlar” derken, aradıklarımız onlar...
Boşluğu hala dolmayanlar...
Sevgileri yediveren gül gibi çoğalanlar...
Evet, onlar...
Anne - baba, kardeş, sevgili... Amca, dayı, yeğen... Evlat, arkadaş...
Ve onlarla var olan güzellikler...
Evet; o eski bayram sofralarını özlüyorum.
Bunun lamı cimi yok!
Özlüyorum, çünkü olmuyor...
Belki hala hayattalar büyüklerimiz, el verecekler, ama...
Eski güçleri yok...
Hani o küçük küçük reçel tabakları...
Erik, şeftali marmelatları...
Hani yaz turşuları, çökelekler, keçi peynirleri...
Hani o kalem kalem dolmalar... Diri, estetik can erikle süslü...
Ekmekten geçtim de...
O güzelim üzüm, elma, ayva hoşaflarını içmeden büyüyen bir kuşak var ya!
Su börekleri, taze fasulye, Selanik baklavası, limon sıkılıp “cildi güzelleştirilmiş” zeytinler...
Şöyle candan sarılmalar...
Sarılırken dolan gözler...
Hasretin ta derinliklerinden sevginin doruğuna çıkmış dostluklar...
Kayırmalar, şımartmalar...
Ve gözlerimizdeki “ışıltı”...
“Bugün Pazar, bugün beni ilk kez güneşe çıkardılar” sevinci...
Harçlık toplama çocuklukları...
Dün bisikletse, temiz bir mintansa...
Bugün dizüstü bilgisayar...
Belki ipod... Belki çok fonksiyonlu bir cep telefonu...
Ama... Sevgi, çokça sevgi...
Para ile karşılığı olmayan türden...
Şöyle bağır basıldığında “kemikkıran Jack” usulü...
Belki... Tatilleri de birlikteliklerin mutluluk kokusu salan çiçeğine çevirmek...
İlle tatilse... İlle bir yerlere gitmekse...
O eski, görkemli aile buluşmalarını yeşertebilmek...
“Richard Kimble” olmaktansa, Mevlana’ya kulak vermek, el vermek:
“Gel, her ne olursan ol, yine gel...”
Ne bileyim; çağa uymaksa... Böyle uymak!
Daha üç gün önce yitirdiğimiz değerli bestekar Necdet Tokatlıoğlu’nun Yelki’den yankılanan sözleri:
“Deli gibi sevecek / Ömür boyu sürecek / Gözlerimde tütecek / Bir sevgi istiyorum”.
“Gözlerden yiten pırıl pırıl arzular”a, “sebebsiz ayrılıklar”a karşı da bolca sevgi...
Bir telefonda onbinlerce insana giden mesajlar yerine “sesin sıcaklığını duyurmak”...
Bir “nasılsın”ın çok çoook güzel olduğunu keşfetmek...
“Seni özledim” demenin...
“Seni seviyorum” demenin...
Evet, çağa uymaksa...
Böyle uymak!
Nice sevgi dolu bayramlara...
Paylaş