Otomobil sahibi ‘satıyorum’ deyince tabii ki içimcağızım anında cız ediverdi. Ebedi ve ezeli züğürtlüğümü bir an için unutarak, sanki alıcıymışım gibi, ‘Kaç model efendim’ diye sordum. ‘Haziran 1999’ cevabını verdi.
Hemen, ‘Peki kaç kilometrede’ diye ekledim. Bu defa da ‘Yirmi iki bin sekiz yüz’ dedi. Eh, adamcağız yaşlı başlı, dolayısıyla galiba bir ‘yüz’ünü unuttu diye düşündüm.
VURGULAYARAK, bilhassa vurgulayarak, ‘Memnunum, hem de çok memnunum’ demez mi!
Üstelik hemen ardından, ‘Ama şimdi satmak istiyorum’ dedikten sonra, ‘İnsan ihtiyarlayınca iki büklüm oluyor. Daha rahat oturabileceğim yüksek bir araba alacağım’ diye eklemez mi!
Haydaa, buyrun bakalım!
*
HERHALDE anladınız, yukarıdaki cevap, sabah kahveleri parkurunda rastladığım ve salyalarımı akıtarak baktığım o güzelim ‘Rover 75’in sahibi olan yaşlı beyefendinin ağzından çıktı.
Çünkü, geçen hafta anlattığım gibi, bir şafak vakti yine kahveden dönerken adamcağızın otomobil kapısını açtığını görmüş ve de yüzümü kızartıp ‘Vasıtanızdan hoşnut musunuz’ sorusunu sormuştum.
Modelin dış estetiğine hanidir ve hanidir hayran olmama rağmen yine de böyle bir sorgulama yapmak ihtiyacını hissetmem ise, daha önce belirttiğim gibi, hemen bütün İngiliz markaların alnına hanidir yapıştırılmış olan o ‘çıtkırıldım’ şöhretinden kaynaklandı.
Hele hele, fabrika mali krize girdiğinde káh Japonya’dan ithal ettiği ‘Honda’ kaportalara kendi mührünü vurarak; káh da bir ara hisseleri almış olan Alman ‘BMW’nin motorlarını kullanarak işi idare etmeye çalışan ‘Rover’ açısından, böylesine bir ‘entipüflük’ rivayeti daha da çok yaygınlık taşıyor.
Tamam, firmanın yetmiş beşinci kuruluş yıldönümünü kutlamak amacıyla özel dizayn ettirilen bu ‘75’ tipinin bambaşka bir ayrıcalık taşıdığını biliyorum ama belli mi olur, ıcığını cıcığını öğrenmek gerekiyor.
*
NEYSE, otomobil sahibi ‘satıyorum’ deyince tabii ki içimcağızım anında cız ediverdi.
Ebedi ve ezeli züğürtlüğümü bir an için unutarak, sanki alıcıymışım gibi, ‘Kaç model efendim’ diye sordum.
‘Haziran 1999’ cevabını verdi.
Hemen, ‘Peki kaç kilometrede’ diye ekledim.
Bu defa da ‘Yirmi iki bin sekiz yüz’ dedi.
Eh, adamcağız yaşlı başlı, dolayısıyla galiba bir ‘yüz’ünü unuttu diye düşündüm.
‘Herhalde yüz yirmi iki bin sekiz yüz demek istediniz’ diye üsteledim.
‘Yok yok, sadece yirmi iki binde, çünkü bu yaştan sonra fazla otomobil kullanılmıyor. Arada bir torunlarıma gidiyorum, o kadar’ karşılığını verdi.
Neee? Yahu, haniyse acentadan çıkma gibi bir şey!
Bu kadar kilometrenin lafı mı olur?
Allah bilir, şu beş senede rodajı dahi tam yapılmamıştır.
Yüreğim pıt pıt atmaya başladı ve de derhal, ‘Efendim, bir de içine bakabilir miyim’ diye sordum.
*
BAKTIM ki, benim hoşafın yağı anında kesiliverdi.
O ‘cosy’ içinin ferah feza genişliğiyle, o deri kaplamalarının asalet kokusuyla, o ahşap garnitürlerinin dülger dizaynıyla, o kadran sayaçlarının estetik gizemiyle, otomobilden gerçekten inanılmaz bir cazibe fışkırtıyor.
Üstelik, elektrikle kalkıp inen camları; uzaktan kumandalı bagaj ve kilitleri; otomatik soğutma tesisatları; boy boy stereo hoparlörleri; hatta ve hatta, insanın poposu soğukta üşümesin diye koltuk rezistansları falan bile var ki, ben şimdiye kadar kullanmış olduğum sayısız hurdada bunların beşte biriyle, onda biriyle, binde biriyle dahi asla müşerref olmamıştım.
Kaldı ki, sahibi öylesine iyi bakmış ki, her bir tarafına bal dök, yala! Gıcır. Gıpgıcır.
Bana göre tek olumsuzluğu arabanın otomatik vitesle teçhiz edilmiş olması oluşturuyor ki, eh müsaade buyurun da kadı kızında bu kadarcık kusur bulunuversin.
Ayriyetten, artık yarım yüzyılı da devirmiş olduğumdan belki böylesine bir kullanım tarzıyla bir nebze ‘uslanır’ ve kaportalara şehvetle tecavüz etmek huyumdan vazgeçerim.
Kalbim şimdi pıt pıt değil, pat pat atıyor.
*
TAMAM da, ne atıyor be adam?
İşte, cep delik cepken delik cinsinden bir kevgirsin.
Sanki alacak mısın? Sen hiç böyle bir otomilin mülkiyetine sahip olmayı hayal edebilir misin?
Adam herhalde öyle bir fiyat düşünüyordur ki, bırak yamalı ceketini, af buyurun kirli donunu satsan bile bu otomobilin ancak stepne lastiğine sahip olabilirsin.
Havada bulut ve elden düşmesinde dahi, sen şu ‘Rover 75’i unut!
*
KABUL unutayım ama, iş bu raddeye geldikten sonra şunun bir de ‘mani’sini sorsam, herhalde taş atıp kolum yorulmaz. İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara...
Dolayısıyla, arabayı kolaçan etmemi bastonuna dayanmış olduğu kaldırımdan seyreden otomobil sahibine aniden dönüp, pattadak, ‘Ne kadar istiyorsunuz, efendim’ cümlesini yumurtladım.
Yüreğim şimdi pıt pıt veya pat pat değil zart zart atmaktadır.
Adam rakkamı telaffuz ettikten sonra büyük bir ihtimalle sekte-i kalpten oracığa yığılacağımdan, zavallıcığı sabah sabah bir de cankurtaran çağırmak zahmetine sokacağımdan korkuyorum.
*
RAKKAMI söyledi.
İnanamadım. Şaka yapıyor sandım. Teyit ettirmek için bir defa, bir defa daha tekrarlattırdım.
Ama bundan sonrasını gelecek pazara bırakıyorum ki, sizin de yüreğiniz biraz pıt pıt etsin.
Adam herhalde öyle bir fiyat düşünüyordur ki, bırak yamalı ceketini, af buyurun kirli donunu satsan bile bu otomobilin ancak stepne lastiğine sahip olabilirsin. Havada bulut ve elden düşmesinde dahi, sen şu ‘Rover 75’i unut!