Yaz şehrini çok seviyorum

SICAKLAR da bir bastırdı ki... Sanki Mefisto cehennemlerinin alevi yalıyor.

Hem burnumdan soluyorum, hem de o burnumdan ter damlıyor..

Kabul, normaldir. Bu mevsimde yaz yapmayacak da ne zaman yapacak?

Ancak ben ılıman ikimlerin insanıyım ve o ıslaklık cehennemlerini yalnız Lawrence Durrell'in ‘‘İskenderiye Dörtlüsü’’ romanında severim.

Dolayısıyla, geceleri dahi nefes aldıracak kadar düşmeyen termometre ve gündüzleri kene gibi vücuduma yapışan kaynar buhar beni canımdan bezdiriyor.

*

SONRA Portekiz'de, Fransa'da, İspanya'ya cayır yanan ormanlar ve bilumum meteoroloji istasyonlarının ‘‘bu yıl hava sıcaklıkları rekor seviyeye ulaştı’’ türünden verdiği haberler, sanki benim çektiklerimi doğruluyormuş izlenimi veriyor.

Zaten hemen ardından, ‘‘ekolojist’’ eğilimli gazeteciler ya kamerayı ya da mikrofonu işin uzmanı addedilen iklimbilimcilere döndürüyor ve yaşanan günlerin yerkürenin ısınmasından kaynaklandığına dair demeç almaya çalışıyorlar.

Bazıları onların istedikleri yönde konuşuyor ama doğrusu, şu cehennem yazını dünyadaki genel ısı artımıyla açıklamaya çalışan teoriler beni tatmin etmiyor.

İstatistiki olarak aynı coğrafi bölgeyi ve aynı zaman dilimlerini alın, fi tarihinde orada da yine müthiş sıcaklar olmuş...

Öküz altında daima buzağı arayarak her bir şeyi fabrikalardan çıkan dumana ve egzozlardan yayılan karbondioksite bağlamak bana kolaycılıkmış gibi geliyor.

*

NEYSE, hangi nedenden kaynaklanırsa, bu, benim yaz azabını değiştirmiyor...

Hadi püfürtülü bir deniz kıyısı plajında veya esintili bir sayfiye evi balkonunda olsaydım, belki bir dereceye kadar çekilirdi.

Ama işte öyle değilim!

Hep aynı gazete müvezzii, hep aynı espresso kahvecisi, hep aynı bilgisayar klavyesi, hep aynı bar tezgahı, hep aynı teras lokantası...

Tek fark şu ki, dolmuş uçaklara ve kaptıkaçtı otomobillere istif olup o püfürtülü deniz kıyılarına ve o esintili sayfiye evlerine gidenler şehri boş bıraktıklarından, hem sokaklarda, hem de müdavimi olduğum mekanlarda çok daha az insana rastlıyorum.

Ve, böylesi daha iyi! Bin defa daha iyi!

*

EVET evet, çünkü bakmayın yukarıda kendimi acındırmak için tatilcilerden gıptayla bahsedermiş gibi yaptığıma, aslında yaz şehrini çok seviyorum. Hep sevdim.

Korkunç güneş asfaltı yavaş yavaş yumuşattığından, ince bir zift tabakası mokasenlerimin altına yapışsa dahi, gölgeden gölgeye zıplayarak, şimdiden mevsim sonu tenzilatlarına başlamış mağaza vitrinlerine bakmaya bayılıyorum.

Zaten yaz birazdan bitecek ve de üstelik bundan sonra tatile gideceğim falan yok, dolayısıyla, ne camekandaki tiril pantolonun yüzde elli indirimli etiketiyle, ne gayet güzel bir bermuda şortun ‘‘zararına’’ reklamıyla ilgileniyorum.

Belki belki, söz konusu vitrinleri gözleriyle yalayan ve güneş kıyılarından kısa süre önce döndüklerinin ipucunu bronz tenleriyle veren kadınlara bakarak başka tür yalamalar tahayyül ediyorum ama yine de aslında tek amacım yaz şehrini yaşamak.

Ve, akşamları, daha doğrusu gecenin başladığı saatlerde daha iyi yaşıyorum.

*

GÜNÜN üçüncü duşu, temiz tişört, hafif pantolon, sigara pakedi, çakmak, cep telefonu, ertesi günün gazetesi falan, çoğu defa yalnız yemek yediğim ve evime iki yüz metre mesafede bulunan lokantanın terasına yerleşiyorum.

O saatte yemek yiyenler artık pek seyreldiğinden ve gide gele garsonlar gibi patron da ahbabım olduğundan, sırf içki içmek için kaldırım masalarından birine kurulmama hiç ses etmiyorlar. Tersine, senli benli hoş geldinle karşılıyorlar.

Zaten içeceğim içkiyi de ilk defa patron ısmarlamıştı. Onun sayesinde tanıdım.

‘‘Limoncello’’ diye Napoli aperitifi ki, bu şekerli alkol çok küçük kadehte ve haniyse buz tutmuş olarak önünüze geliyor.

Oysa ben kokteylleri, likörleri, hele hele şekerlileri sevmem. Ama, bu başka!

Islak sıcak tişörtüme yapışırken ve karşıdaki mağazanın kırmızı ışıklı reklam termometresi otuzla - otuz iki derece arasında değişirken, bir, iki, üç sayısını unutuyorum, o Napoli içkisinin yudumlarında hayali bir Napoli düşünüyorum.

Kabul, eğer bitişiklerimde ehven bir kadın varsa, nazikane, ona da aynı şeyi ikram etmeyi önerdiğim ve ‘‘İskenderi Dörtlemesi’’ndeki ıslak sıcaktan konuşmayı teklif etmediğim olmuyor değil ama cevap ister olumlu, ister olumsuz gelsin, ben aslında yaz şehri gecesinin cazibesiyle ilgileniyorum.

Sonra, hesabı ödeyerek ve yumuşak asfaltın zifti mokasenlerime bulaşmasın diye itinayla yürüyerek, ıslak tişörtümün yapışkanlığında yaz şehri evime dönüyorum.

Ve ağustos yazının geceleri ‘‘yıldızlar yağmuru’’ dönemidir, balkondan göğe bakarak, kayan yıldızlardan hangisinin benimkisi olduğunu çıkarmaya çalışıyorum.
Yazarın Tüm Yazıları