Akıntıların yönüne ve sellerin yatağına göre, bazen Fransa’nın Sen; bazen İsviçre’nin Ren; bazen de Belçika’nın Möz ırmaklarında yüzüyordum. Çalakulaç yüzüyordum.
Ne yerim yurdum, ne de demir atabileceğim bir bandıra limanım vardı.
Cebimde ise tek kuruş, tek kapik, tek santim yoktu.
Meteliğe kurşun değil, meteliğe sahra topu güllesi atıyordum.
Aç yattığım çok oldu. Üşüdüğüm çok oldu. Korktuğum çok oldu.
Evet evet, yirmili yaşların en başlarındaydım ve mutluydum.
*
Dediler ki, benim gibi yarı berduş yarı mektepli taifesinden birisi dedi ki, "Şimdi tam mevsimi geldi ve kulağındadır, Fransa’nın Bordo taraflarında bağbozumu başlayacak. Köylülerin gündelikçiye ihtiyacı oluyor. Çalışma izni falan aramadan da herkesi işe alıyorlar. Atla, oraya git".
Ya geçen yıl, ya da daha önce çalışmış olduğu bir çiftliğin adresini elime tutuşturdu.
"Her halükárda, orada olmazsa başka yerde mutlaka iş bulursun" diye ekledi.
Hiç durur muyum?
Fırsat bu fırsattır ve ufukta çil franklar belirmektedir, tabii ki salise vakit kaybetmedim.
Azıcık pılımı pırtımı sırt çantasına doluşturdum ve uyku tulumumu yüklendim.
Çoğu defa otostopla, bencil ve mendebur küçük burjuvaların beni uzaktan görünce "uğursuzun tekidir" diye fren yerine gaza bastığı durumlarda da trenle, aşağılara indim.
Şimdi yerini tam çıkartamıyorum ama Garonne Nehri’nin epey doğusundaki vadide bulunan ve çevredeki diğer bütün işletmeler gibi şarapçılıkla iştigal eden o çiftliğe geldim.
Çiftlik dediğime bakmayın, burası yarı şato, yarı malikáne cinsinden bir yerdir ki, etrafı baştanbaşa üzüm kütükleriyle çevrilir.
Tam hatırlamıyorum ama mevsim eylül nihayetleri, belki belki ekim başları olmalı.
Akşamın iyicene düşmüş olduğu bir vakitte, vadideki gölgelerin uzadığı saatte oraya vardığımı ise iyi hatırlıyorum.
Kahya vazifesi gören ve yöre şivesiyle konuşan gayet halim selim bir adam, hiç ama hiç sorgu sorgu sual etmedi.
Bırakın çalışma iznim var mı, pasaportum tamam mı falan diye ince eleyip sık dokumayı, kodesten kaçıp kaçmadığımı bile araştırmadan, ismimi hemen bir kağıda yazdı.
Geçmiş gün unuttum, "Gündelik şu kadar frank" dedi ki, telaffuz etmiş olduğu rakam benim için bir servet oluşturuyor.
Sonra, sundurmaki bir binayı göstererek buranın yatakhane olduğunu söyledi ve "Geceleri cigara içmek yok" uyarısını verdi.
Gülerek de, "Hatun atmak hiç yok, ha! İşini bağda gör" diye ekledi.
Nihayet, "Mutfak şurada, çantanı bıraktıktan sonra karnını doyurmaya git. Yarın sabah başlarsın" dedi.
*
Sırt çantamı bıraktım ve de adamın uyarısına şaşırdım.
Muhtemelen ahırdan bozma ve hafiften sığır kokan yatakhanede yaklaşık on-on beş ranza var ki, eh, herhalde patolojik ölçüde teşhirci değilse, insan buraya hatun matun atamaz.
Neyse, iki gündür aç biilaç yollardayım ve karnım zil çalıyor, hemen kahyanın mutfak dediği yere gittim.
Mutfak mı? Ne mutfağı, basbayağı yemekhane!
Tamam, köşede koca bir kuzine duruyor ve tencereler, kepçeler, tabaklar sıralanmış ama, gelecekteki kaynanam sevecek midir nedir, zahir tam saatine rasladığımdan, bir alay insan ortadaki upuzun masanın etrafını çevrelemiş, çalakaşık çorba atıştırıyor.
Buranın aşçısı olsa gerek, içeri girdiğimi fark eden çok sempatik bir kadın masada boş bir yer gösterdi. Önüne tabak koydu ve ortadaki devasa káseden çorba boca etti.
Çorba da, çorba! Nefáset mi, nefáset!
Demek ki, şu Bordo havalisinin dillere destan yemekleri rivayet değilmiş.
Bu arada, üzerinde etiket bulunmayan şarap şişelerinin de biri gidip diğeri geliyor.
Belli ki, mahzendeki fıçılardan çekilmişler. Millet lıkır lıkır içiyor.
Üstelik, masanın "baş köşesi"nde oturan ve her hallerinden "yerli" oldukları anlaşılan iki yaşlı adam ve kadın çorbaya da şarap koyduktan sonra, tirit gibi içine ekmek doğruyorlar.
Tıpkı, filmlerdeki gibi!
Tıpkı, "derin Fransa" köylülerini anlatan romanlardaki gibi!
Ben de yirmili yaşlar başlangıcı bağbozumunun devamını gelecek pazara anlatacağım.