Paylaş
İsmail Cem Kürtçe televizyon yayınlarına izin verilmesi gerektiğini, Mesut Yılmaz da ‘Brüksel yolunun Diyarbakır’dan geçtiğini' söyledi. Söz konusu şahsiyetlerden birincisi dışişleri bakanı, ikincisi ise hem eski başbakan, hem de şimdiki koalisyona üye partilerden birinin lideri...
Peki bu satırların yazarı da dahil, Kürt sorununun Türkiye'nin en hayati konusu olduğunu ve ancak ‘liberal yöntemlerle’ çözümlenebileceğini vurgulayan bir dizi insan yukarıdaki görüşleri on yıldan beri dile getirmiyor muydu ?
Ama sen misin böylesine ‘tehlikeli’ konuşmak cüretkarlığını gösteren, ne ‘bölücülüğümüz’ (!), ne ‘vatan hainliğimiz’ (!), ne ‘liboşluğumuz’ (!) kaldı.
Ağzımıza biber değil, ağu sürmek istediler. İftira üstüne iftira attılar.
Oysa, Halep oradaysa arşiv buradadır, geçtim ayrılıkçılığa sempati duymak, yukarıdaki ‘akılcı reçeteyi’ savunurken, kendi hesabıma, hem ülkemizin toprak bütünlüğünü tavizsiz sahiplendim, hem de federasyonun fikrine dahi karşı çıkarak Türkiye'nin üniter devlet yapısından vazgeçilemeyeceğini vurguladım.
Fakat statüko zaptiyeleri demagoji tükürüklerini saçmaya devam ettiler.
Ve şükür gerçekler inatçıdır, işte bugün aynı doğruları Cumhuriyet hükümetinin çok üst düzey iki siyaset adamı da artık açıkça ifade ediyor.
Ne mutlu, ülkemizin esenliği açısından bundan ancak sevinç duyarız !
* * *
DENİLECEKTİR ki, terörden dolayı o zaman bunları söylemek yanlıştı, çünkü devletin gerileyerek taviz verdiği izlenimi uyanırdı. Katılmıyorum !
Tersine, Pandora'nın kutusu açıldığından ve PKK Kürt sorununda bir sebep değil bir sonuç olduğundan, tedhişçiliğin taban topladığı zemini nötralize edebilmek için hem kimlik aidiyeti talebini kabullenerek, hem de demokratik hakları benimseyerek onun ayağının altındaki halıyı hemen çekmek gerekirdi.
İspanya'nın Bask tedhişçiliğini bertaraf ederken kullandığı yöntem gibi...
Ancak artık bunu tartışmanın anlamı yok, olan olduğuna göre şimdi geleceğe bakalım ve Cem ve Yılmaz'ın aklı selim yansıtan saptamalarına kulak verelim.
* * *
KÜRT sorunu aslında bir ‘Türk sorunu’dur ve olayın özü, hakim aidiyet kimliğini başka bir kimliğe benimsetmek iradeciliğinde yatmaktadır.
Çünkü ‘Türk’ kelimesini iki türlü algılamak zorunluluğu vardır. Bunlardan ilki Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının ortak tanımıdır ki, kendilerini ‘Türk’ hissettikleri takdirde, etnik köken farketmez, onlar tartışmasız Türktürler.
Ancak aynı sözcüğün bir de etnisite yansıtan boyutu mevcuttur.
Örneğin, Bulgaristan veya Batı Trakya'daki soydaşlarımız buna dahildirler.
Onlar ancak vatandaş kimliğiyle ‘Bulgaristanlı’ ve ‘Yunanistanlı’ olabilirler. Ama Slav ve Helen; Bulgar ve Yunanlı değildirler. Olamazlar da!
İşte Kürt meselesinin düğümlendiği nokta da tam buradadır.
* * *
SORUN, kendisini ‘Türk’ hissetmeyen ve etno - kültürel aidiyetini ön plana çıkartan insanlara ‘Türk’ tanımının yalnız birinci versiyonunu empoze etmek istemekten kaynaklanmaktadır. Bir alt kimliğin reddiyesinde hayat bulmaktadır.
Oysa, irrasyonel dürtüler de içeren aidiyet duygusunu başka bir aidiyetle değiştirebilmek çok zordur. Özümleme tutmuşsa ne ala, tabii ki ‘sen Kürtsün’ diye dürtüklemenin ve ahmakça bir ‘demokratizm’e kapılmanın alemi yoktur.
Peki, her şeye rağmen asimilasyon tam gerçekleşmediyse ve şundan veya bundan dolayı farklılık talep eden gruplar hala mevcutsa, o zaman ne yapmalı ?
Sorunu ülke bütünlüğü içinde çözümlemek için bunun tek çaresi, hiç kimseyi başka bir kimliği benimsemeye zorlamadan farklı aidiyetleri kabullenmek ve tüm yurttaşları herkesin onaylayabileceği bir üst kimlikte birleştirmektedir.
Bu yeni üst kimliğin ülkemizdeki sıfatı ise ‘Türkiyeli’ olabilir !
Yarın hem ‘Türkiyelilik’, hem de Kürtçe yayın konusunu inceleyeceğim.
Paylaş