Hadi Uluengin: Tarımdan sanayiye






Hadi ULUENGİN
Haberin Devamı

DP'nin iktidara geldiği 14 Mayıs 1950 seçimleri önceki hafta gazete sütunlarında düzeyli bir polemikle idrak edilirken, tartışmaya değinen Serdar Turgut'un sentez yaklaşımı şu can alıcı saptamayı yapıyordu:

‘Tek parti döneminde ciddi bir sanayileşme atılımı gerçekleştiren Türkiye, bu hamlenin kaynağını tarım kesiminden sağladı. Dolayısıyla, bilhassa köy kökenli kitlelerin Bayar - Menderes ikilisine yönelişi, onların yukarıdaki aktarımda hayat bulan derin memnuniyetsizliğinden bağımsız değerlendirilemez’.

* * *

TABİİ ki bugüne dek başardığımız devasa şeyleri görmezden gelip dere tepe düz gittik, bir arpa boyu yol aldık demek nankörlüğüne düşmüyorum ama, yine de aradan geçen yarım yüzyıla rağmen esas itibariyle hala aynı sorunu yaşıyoruz.

Hem ekonomik, hem politik, hem de sosyolojik boyutlarıyla...

Nitekim, hububat fiyatlarının belirlenmesi sırasında Bakanlar Kurulu'nun önceki gün sahne olduğu ve Kemal Derviş'le hükümetin MHP'li üyeleri arasında gerçekleşen ciddi tartışma, yukarıdaki devamlılığın yeni bir delilini sunuyor.

Öz değişmemiştir! Mesele dönüp dolaşıp, hangi üretici güçlere öncelik verileceği ve tarım kesiminden sanayi ve hizmet sektörlerine iktisaden ne ölçüde; siyaseten de ne marjda kaynak aktarılacağı konusunda düğümlenmektedir.

Buradaki tercih hayatidir ve Taha Akyol'un dün harika biçimde özetlediği, ‘elimizdeki bir lirayı üç lira getirecek tarıma mı, yoksa on lira getirecek sanayi ve hizmet sektörlerine mi yatırmalıyız’ sorusunda odaklaşmaktadır.

Rasyonel cevap ikincisidir! Bin defa ve katrilyon defa ikincisidir!

Ancak, toplumsal arenanın organik uzantısını oluşturan politik platformda rasyonel cevap telaffuz etmenin o kadar kolay bir iş olmadığı da bir vakıadır.

Bu, sırf MHP için değil, kitlelere dayanan tüm partiler için geçerlidir.

Şimdi tekrar Turgut saptamasına geri dönelim ve konuyu biraz genişletelim.

* * *

PARA gökten zembille inmediğinden sanayi burjuvazisi tarihte iki ana yönde ve iki ana kaynak aktarımıyla oluşmuştur. Üçüncü varyant kolonyalizm talidir.

Dolayısıyla, bir; ticaret rantıyla elde edilen sermaye endüstriyel sektöre yatırılmıştır. Genel olarak, söz konusu model daha ziyade İngiltere, Felemenk, Hansa siteleri ve kısmen de İtalya kentleri açısından geçerlilik taşır...

Ve iki; fabrika bacalarının tütmesi tarımdaki artı değerin sanayiye tahvil edilmesiyle sağlanmıştır. Fransa'dan Renanya'ya, Katalunya'dan Rusya'ya da ana eğilimi bu belirler. Köylülüğün modern proletarya dönüşmesiyle koşut gider.

Ülkelerdeki rejimin niteliği ve devletin o rejimdeki ağırlığı ise her iki varyasyonun da, fakat bilhassa ikincisinin özünü hiçbir şekilde değiştirmez.

Örneğin, sistem Fransa'daki gibi liberalizansa kaynak aktarımı ve sosyal dönüşüm nispeten gönül rızasıyla; Prusya'daki gibi daha otoriterse zorlamayla; yok eğer SSCB'deki gibi kıpkızıl totaliterse de milyonlarca ‘kulak’ köylünün öldürüldüğü katliamlarla gerçekleşmiştir ama eninde sonunda toprağın karnından doğan buğday tanesi çelik fırınının karnından şimendifer rayı olarak akmıştır.

Ve, istisnalar hariç, Türkiye süreci de yukarıdaki ikinci modele girer.

Endüstrileşmemizin kökeninde, Ege-Çukurova eksenli ve yüksek verimli tarım rantının sanayiye aktarımı vardır ki, Serdar Turgut'un vurguladığı gibi, tek parti döneminde bu aktarım otoritarist yöntemlerle gerçekleştirilmiştir.

Tüm acılara rağmen de bana göre, kaçınılmaz zorunluluktan kaynaklanmıştır.

Ancak şimdi yaşadığımız rejim iyi kötü demokrasidir ve sorunun özü değişmese dahi, önceki günkü hububat fiyatı tartışmasının da ortaya koyduğu gibi, biçim ve yönteme ilişkin yaklaşım yarım asırdır değişmiştir.

Yarın, tarımdan sanayiye doğru giden sürecin bu boyutunu irdeleyeceğim.

Yazarın Tüm Yazıları