Hadi Uluengin: Sürgünün kokusu







Hadi ULUENGİN
Haberin Devamı

Tava balık kokusunu bilir misiniz ? Muhtemelen, ‘be adam bu da soru mu ? Sen bizi andavallı mı sandın ? Palamut, istavrit, mevsiminde kalkan; hepsini geçtik, en azından köprü altında Norveç uskumrusu... Eh biliriz’ diyeceksiniz.

Tamam, itirazım yok ! Fakat yine de, pek nadir istisnalarınız hariç benim kokumu bilebileceğinizi sanmıyorum. Sürgünle ilgilidir de... Anlatayım:

*

YILLARI çıkartmak için şimdi parmak hesabı yapıyorum, demek ki 1973 aralığı olacak, Kuzey Avrupa'dan Yunanistan'a gidiyordum. Yunanistan'a gidiyordum, çünkü Türkiye'ye gidemiyordum...

12 Mart darbesi gerçekleşmişti ve şiddete asla bulaşmamış olmama rağmen, o sıra ‘aranıyordum’ (!). Bütün suçum TÖS'lü öğretmen boykotu sırasında bildiri dağıtırken gözaltına alınmam ve ilk Dev - Lis kurucuları arasında bulunmamdı. Konsolosluk pasaportumu uzatmadı. Hatta el koymaya kalkıştı. İstanbul'a hemen postalamaya çalışıyordu ki, sınırı geçer geçmez yallah kodesi boylayayım.

Müsaadenizle, tıpış tıpış işkencehaneye gidecek kadar da enayi değilim.

Çaresiz, o dönem yaşadığım ülkede siyasi mültecilik başvurusu yaptım.

Soruşturma, tarama, bürokrasi falan derken, epey, epey uzun zaman sonra elime ‘seyahat belgesi’ denilen bir şey tutuşturdular. Artık hudutları gizli gizli geçmeyi bırakıp serbestçe yolculuğa çıkabileceğim.

Memleketim delicesine gözümde tütüyor ve çılgıncasına zeytinyağlı enginar istiyorum. O yıllar Kuzey Avrupa'sında bırakın güzelim sebzeyi çarşıda pazarda bulmayı, enginarı görseler lavman yapmak için sapını münasip yere sokarlar. Dolayısıyla, hem ülkeme en yakın coğrafi mıntıka; hem Albaylar Cuntası Atina Üniversitesi'nde tanışlarımı boğazlıyor; hem de dediğim gibi, Tophaneli Aleko'nun Faraklion'daki aşevinde zıbarana kadar zeytinyağlı enginar tıkınabileceğimi biliyorum, tek çare Yunanistan yoluna düşmek...

Neyse, sağdan soldan borç; şundan bundan tırtık, sonradan bir ara karım olacak olan kızla birlikte trene atladık ve doğru İtalya'nın Bari limanına...

Orada hiç durmayıp hemen feribota bindik ve işte Yunani Patras'tayız...

*

PATRAS'tayız ama cebimdeki ‘seyahat belge’mden dolayı polis beni bırakmaz.

Ya pasaport, ya vize diye tutturdu. Aman etme eyleme barbacığım; aman poli kala, gırtlağımdan iki satır enginar geçecek, müsaade buyur biz de geçelim...

Yok, yok, yok! Karakol, karantina falan, Nuh deyip peygamber demiyorlar.

Canına yandığımın, bizi ilk vapurla tekrar İtalya'ya kışkışlamazlar mı!...

Bari'ye sabaha doğru döndük ve ilk iş, orada bir Helen konsolos mevcutmuş, erkenden kapıyı çaldık. Ne boksa, ters mi ters konsolosun ‘pulos’lu bir ismi ve sivri bir keçi sakalı vardı. Nezaketle durumu anlattım ve vize rica ettim. O sıra henüz Kıbrıs tatavası çıkmamış ve de söylediğim gibi Akrapol'de hergele bir cunta hüküm sürüyor, herifçioğlu demez mi ki ‘Türkiye müttefikimiz ve sen mültecisin, demek ki orada bir halt karıştırdın... Şimdi de Yunanistan’daki çıngara bulaşacaksın. Ben Atina'nın onayı olmadan sana vize mize vermem'.

Tut dürzüyü gırtlağından boğazla... Keçi sakalını da tel be tel yol...

Ama mecburen alttan alıyorum, sordum: ‘Müsü konsolos, cevap ne zamana ?’

İsa'nın yeniden Mesih olup dünyaya geri geldiği bir vakitlerde... Amin !

Çar naçar, benim ‘seyahat belgesi’ni vize umuduyla orada bıraktık ve kendimize önce sefilane bir öğrenci yurdu bulduk; sonra da henüz hiç bir tarafını görmediğimiz Bari'nin sahil boyunda şöyle bir dolanmaya çıktık.

*

SAAT artık öğleye yaklaşmaktadır ve ılık bir kış güneşinin altında, şöyle çakıllı, hafiften eski Salacak'ı andıran bir kumsalda yürümekteyiz...

Birden, o kokuyu duydum ! Yemin ediyorum ki, titremeye başladım !

Hayır, hayır, bu ne yosun, ne iyot, ne de kalafat kokusu. Bu, bizim usulde tavalanmakta olan balık kokusu. Mutlaka ve mutlaka öyle.

Una, belki de bira mayasına bulandıktan sonra kızartılmaktadır. Allah'ım, ne büyük bahtiyarlık. Enginar bahaneymiş, ben bunu özlüyormuşum.

Midesiz İngilizlerin lök morina parçalarını cumburlop domuz yağına attığı o ‘fish and chips’ vıcık vıcıklığını geçelim, Alp dağlarının yukarısında böyle bir balık kokusu yoktur... Olmaz ! Onlar denizin yakamozunu yemesini bilmez! Ve, şimdi Bari'deymişim, Atina'daymışım farketmez, artık sürgünden döndüm.

Bir pazar öğlesine doğru Kalamış'taki ‘Köhne’de babamla satranç oynamışım ve palamut tava kokusunun ‘Todori’nin mutfağından sahile ulaşmasıyla birlikte pederim ‘vakt-i kerahat geldi’ diyerek bizleri lokantaya yollandırmaktadır. Veya, Bostancı'daki salaş meyhanenin garsonu demin çaparide çekilmiş istavritleri önümüze getirmiştir ve ben kuyruğundan tutarak yutmaktayım.

Zaten, kokunun yayıldığı yine salaş şu İtalyan lokantası da o değil mi ?

*

İYİCENE yaklaştık ve mutfağın açık kapısından ahçının, gümüş ve barbunyaya benzer Adriyatik balıklarını tavaya attığını görüyorum. Hemen buraya oturalım.

Sinyor, bize tava ‘pesce’ getir. Gümüş getir, barbunya getir, sinarit getir, o kolyozu andıranından da getir. Sonra midye ve kalamar getir...

Hepsinden getir ve çok, çok, çok getir... Getir oğlu getir. Rakın yoksa n'apalım, bari şarap getir...

Ve sinyor, servise kalkışmadan tabağı ortaya bırak, önce koklayacağım. Sindire sindire koklayacağım, bugün ilk defa sürgünden döndüm!

Yazarın Tüm Yazıları