Paylaş
Biz de bazı cumartesiler Beşiktaş pazarına göçüyoruz. Zerzevat taze ve ucuz oluyor.
Geçen gün de refakatçim birisine hediye etmek için yelpaze arıyordu. Çin malı ıvır zıvır satan ve her halinden de Asyalı olduğu anlaşılan bir adamcağızın tezgâhı önünde durduk.
Şivesine rağmen çok güzel Türkçe konuştuğu için “Sinkianglı mısınız” diye sordum.
Damarına basmışım gibi efelendi ve “asla, has be has Şanghaylıyım” yanıtını verdi.
MEĞER familya familya Türkiye’ye geliyor ve valizlerinde taşıdıkları malları da işportaya dökerek, aynen onun tabiriyle söylüyorum, “gül gibi geçinip gidiyorlarmış”.
Zaten dikkat edin, ara sokaklarda veya metro ağızlarında kalp kol saati satmaya çalışan Afrikalı siyahîlere ek olarak yine “bavul ticareti” yapan Çinlilere de artık sık rastlanıyor.
Artı, aynı kültürün mutfağını sunan mekânlar da her geçen gün biraz daha artıyor.
Zira malûm, muhacirler az para biriktirince ya bakkallığa, ya lokantacılığa soyunurlar.
Nitekim köyde tarhana çorbasından başka aşa kaşık sallamamış “Alamancılar”ımızın Cermenya’da aniden “dönerci ustası”(!) kesilmesi de aynı sosyolojik olguya dahildir.
SONRA, Allah nice uzun ömürler ihsan eylesin, şaka maka anneciğim doksanı devirdi.
Vakıa şeytan kulağına kurşun, aslında hâlâ size bana taş çıkartır ve her torununun doğumunu salisesiyle hatırlar ama yine de yürek ferahlığı için yanında bir yatılı hanımın; hadi züppe Frenk deyimiyle söyleyelim, bir “dam dö kompanyi”nin bulunmasını tercih ediyoruz.
Ve gelenlerin tümü de Özbekistan’dan Moldavya’ya uzanan bir coğrafyaya yayılıyor.
Hiçbirinin eli dert görmesin, tabii hepsiyle konuştum, konuşuyorum, dertleşiyorum.
BİR kere Türk bakıcıların “ucuz” bulduğu ücret onlar için haniyse servet oluşturuyor.
Artı, tıpkı bizim “gurbetçiler”in geçmişte yaptığı gibi annemin refakatçileri de memleketlerine para göndererek orada kalmış ailelerin geçimine ciddi katkıda bulunuyorlar.
Ardından, yine nasıl aynı “gurbetçiler” geçmişte izne gelirken çocuk bezinden kadın donuna bilumum “yoklar”ı taşırlardı, onlar da sılaya bavul bavul eşyayla dönüyorlar.
Fakat en önemlisi, yanlarında çalıştıkları ve aslında orta halli sayılacak ailelerin hayat tarzlarını, iç mekânlarını, beyaz eşyalarını falan, kendi ülkelerindeki Amerikan dizilerinde görerek düşledikleri o “American way of life” türü refah ve tüketim toplumuna benzetiyorlar.
Breh breh breh, “Amerikan hayat tarzı” ha, demek nereden nereye gelmişiz!
EVET breh breh breh, çünkü bundan kırk yıl önce İstanbul’dan Londra’ya giden tren Münih’te iki saatlik mola verdi. Benimle birlikte iki İzmirli kız ve bir de Ankaralı oğlan vardı.
İlk defa yurtdışına çıkıyorduk. İstasyondan dışarı adım attığımız an, o çok kısıtlı dövizimize rağmen yine de pek ucuz bulduğumuz muzlara saldırdık. Belki iki hevenk aldık.
Sonra “Bahnhof Meydanı”nda mağaza vitrini yalıyoruz ki, renkli televizyona rastladık.
Ben ve kızlar daha siyah beyazını dahi görmemişiz, dolayısıyla tabii ki apışıp kaldık.
Ancak başkent ayrıcalıklısı Ankara sâkini onu bilse bile yine de renklisine pek şaşırdı.
Şimdi düşünüyorum da, o an her halde hepimiz hayvanat bahçesindeki kafesin içine konulmuş yeni bir oyuncağa acaip acaip bakarak muzunu tıkıştıran şempanzeleri andırıyorduk.
Ve yine şimdi düşünüyorum da, Türk işçi göçünün ellinci sene-i devriyesinde Çinli muhacirler artık bizzat o Türklerin ülkesinde pazar tezgâhı açıyor; Siyahi mülteciler işporta saati satıyor ve Asyalı ve Balkanlı bakıcılar da “Amerikan tarzı hayat” hayalini keşfediyor.
Zahir nereden nereye geldiğimizin değerini kavramak için, öyle çok değil henüz kırk yıl önce Münih’te şapır şupur muz yemiş ve televizyona aval aval bakmış olmak gerekiyor!
Paylaş