Eski ramazanlar mı?

‘‘RAMAZAN geldi, hoş geldi!’’ Kendimi bildim bileli, ‘‘on iki ayın bir sultanı’’ yedi tepeli şehrimize, onun akşam siluetini ışıldatan bu sihirli mahyayla gelir.

Ve yine kendimi bildim bileli, daima ‘‘nerede o eski ramazanlar’’ yakınmasını işitmişimdir.

Hem bilumum aile büyüklerim, hem de doğal olarak onlara oranla ‘‘çiçeği burnunda’’ addedilebilecek ebeveynlerim, daha arife günüden itibaren hep bu lafı dil pelesengi ederlerdi.

Eh işte yaş çoktan kemale erdi, şimdi benim de mi aynı şeyi söylemem gerekecek?

Sanmıyorum.

*

SANMIYORUM, çünkü o ‘‘eski ramazanlar’’ nostaljiyasını abartma addediyorum.

Tamam, ne ince saz heyetinden sonra Direklerarası'nda fettan kanto söyleyen Peyruz Hanım'a yetiştim; ne de Karagöz efendi Beberuhiye'ye sille tokat girişsin diye Şehzadebaşı şadırvanında ‘‘başlayacak mı başlayalım mı’’ diye tempo tuttum.

Sahur davulunu hayal meyal hatırlasam dahi, ‘‘Besmeleyle çıktım yola / Selam verdim sağa sola / A benim devletli beyim / Ramazanın mübarek ola’’ manisini de duymadım. Bütün bunları ya anlatılanlardan, ya da kitabiyattan işitmişliğim var...

Üstelik, ‘‘alafrangalığı’’ nispeten daha ağır basan bir familyadan indiğim ve annemin biraz rejime tekabül eden orucuna rağmen babamın akşam votkası faslı hep devam ettiğinden, aile ocağımda mukaddes ayı ritüele uygun biçimde ve hakkıyla yaşadığım iddia edilemez.

Çok nadiren ve de bilhassa validemle birlikte sahura kalkabilmek için niyet tutmak girişiminde bulunsam bile, bendenizinki hep‘‘paşa çayı’’ cinsinden bir ibadet olurdu.

Açlığa dayanamaz ve on teneffüsünde okul kantininden hemen kaşarlı sandviç alırdım.

Kuka Dadı'nın dediğine göre de, nefsime hakim olamadığımdan günah işlerdim.

Açıkçası, Ramazan benim için ilkin midevi bab'da bir değişime tekabül ederdi.

Tabii, her şeyden önce de pideye...

*

EVET pideye, çünkü o vakitlerde şimdiki gibi ellini sallasan ellisi, öyle bin bir çeşit unlu mamulat yoktu. Bugün mevcut olan çeşitleri değil görmek, adını dahi işitmemiştik.

Üzerinde hafif çöreotu gezdirilmiş ve iftar vaktine doğru fırın kapılarından mis rayihası sokağa taşan yassı ekmeğe ancak ve ancak Ramazanda rastlanırdı.

Hali vakti yerinde aileler de, anneannemde olduğu gibi, taze yumurta yollatararak, bunun ‘‘lüküsünü’’ özel olarak yaptırtırlardı.

Ve eğer kazaen o pideyi almak için o fırına ben gönderilmişsem, bütün tembihlere rağmen, geri döndüğümde, sıcacık hamurun kenarları tırtıklanmış olurdu.

Tam o sıra, evde kavanozlanmış çilek, gül ve kayısı reçelleriyle; kalantor mezeciden alınmış yağlı beyaz beynir ve koca kalamata zeytinle; ve belki de, bıçakla dilimlenmiş kuşgönü pastırmayla bezenmiş iftar sofrası hazır olduğundan ve kıtır ekmekle yenecek terbiyeli tarhana çorbasının kokusu mutfaktan yayılmaya başladığından, benim bu densizliğim ‘‘mübarek saatin yüzü suyu hürmetine’’ mümkün mertebe görmezden gelinirdi.

Sonra, topu işitmek zaten mümkün olmadığından, radyo ‘‘şimdi İstanbul için iftar vaktini veriyoruz’’ deyip bu anons bir de mahalle camiinde yanan şerefelerde ezan-ı Muhammedi'nin okunmasıyla ikinci defa denetlenince, oruçlu olanlar ‘‘Allah kabul etsin’’ ya bir yudum su içerler, ya da ilk zeytin lokmasını ağızlarına atarlardı.

Anneanne de çabucak aynı şeyi yapar fakat derhal, pakedini hızla açmış olduğu ‘‘Gelincik’’ cigarasını yakarak derin, çok derin nefesler çekerdi.

Biz torunlar ise ‘‘abur cuburla karnınızı doyurmayın’’ ihtarlarına rağmen yine de önümüze bir dilim daha pastırma konulmasını bekler, umduğumuz şey gerçekleşmeyip çorba servisi başlayınca da, bayağı bayağı mırın kırın ederdik.

Sonraki yemeklerde ise kereviz veya pırasa türü sebzelerin olmaması için dua ederdik.

Bütün beklentimiz, ancak ve ancak Ramazan'da ve o da son derece istisnai olarak sofraya gelen güllaç üzerinde odaklaşırdı.

Şimdi, bu ‘‘egzotika’’ tatlısının nereden alındığını çıkartmaya çalışıyorum.

*

BİLEMEYECEĞİM. Acaba yine mezecilerden falan mıydı?

Yoksa, Ramazan'la birlikte sanki geleneksel kokuları da biraz değişmiş, biraz uhrevileşmiş gibi gelen Mısır Çarşısı'ndan mıydı?

Familyam buraya pek ender giderdi ama, yine de bana sanki kutsevi ayda yolumuz daha sık düşermişmiş gibi geliyor.

Bizim ikamet ettiğimiz semtlerin sakinlerine oranla Ramazanın daha fazla şeyler ifade ettiği o iyi ve mütevazı insanların arasından, hem dükkan tezgahlarındaki güllacı, hem de çok nadiren rasladığım ve belki bir, belki iki defa tattığım hurmayı görür gibi oluyorum.

Sonra, belki Karaköy İskelesi'nde bizleri bekleyen babamla birlikte dönüş vapuru...

Pederim ‘‘günahı benim boynuma’’ diyerek cigarasını mutlaka tüttüreceğinden, şimdi, mahyaları henüz yanmamış yedi tepeli şehrin siluetini, sert poyraza rağmen maaile oturmaya alışık olduğumuz üst kıç güverteden seyrediyoruz.

Aynı vapur Kadıköy İskelesi'ne palamar attığında ise flikadaki bitirim balıkçılar voli palamut çiftini ‘‘deniz kuzusu bunlar, helal-i hak iftariyelik’’ diye elli kuruşa satmaktadır.

Kalabalık da evine barkına yetişmek için hızlı hızlı taşıtlara seyretmektedir.

Ve tam o sırada, birden, yedi tepeli şehrin uhrevi siluetini ‘‘hoş geldin on iki ayın bir sultanı’’ diyen mahyalar ışıldatacaktır.

Dün olduğu gibi bugün de, bugün olduğu gibi yarın da...

Dolayısıyla, ‘‘nerede o eski Ramazanlar’’ nostaljiyasıyla hayıflanmanın alemi yok.
Yazarın Tüm Yazıları