Bir opera meselesi

Hayır, aslında ne operadan, ne operetten, hatta ne de kabareden bahsedeceğim.

Sadece ve sadece mimariden, daha doğrusu, Taksim Meydanı’nda ‘Atatürk Kültür Merkezi’ diye anılan o hilkat garibesi binadan söz edeceğim. Yavaştan yavaşa, artık yıkılması tartışılıyormuş da! Ve ben derhal, en kestirmeden, en dobradan, en bodoslamadan şunu söyleyeyim: Daha ne bekleniyor yahu, tabii ki yıkılsın!

EH, zevkler ve renkler tartışılmazmış ya, ben de operadan hazzetmem.

Kabul, demek ki kulak ve göz estetiğimin bu yanı ‘yontulmamış’ (!).

Daha doğrusu, kulaktan ziyade esas olarak göz disiplinim terbiye edilmemiş.

*

ÖYLE, zira aslına bakarsanız, klasik Batı müziğini ‘meloman’ derecesinde severim.

Háttá bu zevkime, sahnede seyretmemek kaydıyla, bir bölüm bestecinin bazı operalarından bildik ve kolay aryaları, belkantoları, düoları falan da ekleyebilirim.

Ama radyoda, plakta, CD’de dinlemek kaydıyla!

Yani, çok avangard nitelik taşıyan ve genel olarak ‘yadırgatıcı’ addedilen birkaç istisna hariç, bendenizin, öyle en ön sıradan koltuk kapmak ihtirasıyla sabahın köründe gişe kuyruğuna girmişliği yoktur.

Falanca şefin yönettiği filanca sopranoyu izlemek için yok Viyana’ya, yok Milano’ya, yok Berlin’e şehir şehir taşınmışlığım ise tabii hiç yoktur.

Tekrarlıyorum, bir sahne sanatı olarak operadan hoşlanmam.

*

BİLİYORUM, şimdi, ‘hoşlanmazsan hoşlanma be adam, bize ne’ diyerek, durup dururken niçin operadan kapı açtığımı sorgulayacaksınız.

Hayır, aslında ne operadan, ne operetten, hatta ne de kabareden bahsedeceğim.

Sadece ve sadece mimariden, daha doğrusu, Taksim Meydanı’nda ‘Atatürk Kültür Merkezi’ diye anılan o hilkat garibesi binadan söz edeceğim.

Yavaştan yavaşa, artık yıkılması tartışılıyormuş da!

Ve ben derhal, en kestirmeden, en dobradan, en bodoslamadan şunu söyleyeyim:

*

DAHA ne bekleniyor yahu, tabii ki yıkılsın!

Taş üstünde taşı kalmasın!

Buldozer sahneden girip fuayeden çıksın ve grayder antreden başlayıp atölyede bitirsin.

Tek bir tuğlasının ve tek bir dekorunun dahi mostralık kalmasını istersem, námerdim.

Zaten, ilk kazmayı ve ilk balyozu indirmek için şimdiden adaylığımı koyuyorum.

Dünya varmış, şehrimiz de, ülkemiz de, ‘kültür’ümüz de bir ‘dehşet abidesi’nden, bir ‘zevksizlik anıtı’ndan, bir ‘estetiksizlik yığını’ndan kurtulmuş olur.

Peki, bu muhtemel yıkımın operayla ne ilgisi mi var?

*

ŞU ilgisi var ki, genç kuşaklar bilmez ama, Taksim’deki hilkat garibesinin inşaatı daha ben doğmadan başlamıştı. ‘Resmi küşádı’ ise artık kazık kadar yaşa geldiğimde yapıldı.

Ve, bebekliğimden itibaren, bu yılan hikayesi şantiye hep ‘opera’ diye adlandırılırdı.

‘AKM’ye dönüşmesi alengirli bir yangın ertesindeki onarımdan sonradır ve dehşet yapı gerçek İstanbulluların kolektif hafızasında tabii ki daima ‘opera’ diye kalacaktır.

Tá ki, yerle bir edilip yerine, ‘kültür’ kelimesinin ırzına, namusuna, iffetine tecavüz etmeyecek yeni bir mekán inşa edilene kadar!

*

EVET evet, o ‘AKM’ diye vaftiz edilen ve mimarisi, dolayısıyla zihniyeti ‘köşeli’ beton yığını; daha planşa düştüğü an, sırf yedi tepeli şehrimizin değil, aynı zamanda yetmiş yedi boyutlu ‘kültür’ kavramının da estetik ırzına, göz namusuna ve zevk iffetine tecavüz etti.

Hangi birini sayayım?

Ancak eski Doğu Bloku ülkelerinde rastlanan cinsten bir yapay ve sahte ‘görkemlilik’ (!) iddiasını mı, yoksa insanın içine korku salıp, ‘aman aryası da, notası da, sergisi de kusur kalsın, şuradan hemen kaçabilsem’ dedirten o korkunç ışık konstrüksiyonunu mu?

Zaten aynı ‘köşelilik’ ve aynı korku, ‘AKM’ mimarı Hayati Tabanlıoğlu’nun diğer ‘eseri’ (!) ‘Atatürk Havalimanı’nın eski dış hatlar terminalinde de ruhuma işlemez miydi?

Gelişlerde uçaktan çıkıp pasaport polisinin karanlıklar gişesine doğru yürürken, her defasında, müthiş bir totaliter ülkeye girdiğim dehşetiyle titremez miydim?

Gidişlerde, zevksizliğin hüznü, o uçağın düşeceği paniğine yol açmaz mıydı?

‘Kültür mimarisi’ne kitakse, bu iki kavramı da biraz özümsemiş bir insanın ‘AKM’yi ve ‘kültür’ü yanyana getirebilmesi mümkün olabilir mi?

*

AMA yine de kabul, sözümona maddi insanı kayıracağım diye ve ‘fonksiyonalizm’ ve ‘rasyonalizm’ gibi bilgiç ifadelerle o insanın ‘manevi esteğini’i tırpanlamış olan ellili, atmışlı, háttá yetmişli yıllar mimarisi, nadir istisnalar hariç, bütün dünyada on para etmez!

Türkiye’den ise hiç bahsetmeyelim! Aynı dönem yapıları ‘beterin beteri’dir.

Kemalettin Bey’in son Osmanlı veya Vedat Tek’in ilk Cumhuriyet mimarilerine kul köle olayım, yukarıdaki sürecin yerli herzeleri, bu ilk öncülerimizin eline su bile dökemez.

*

İŞTE, ‘kültür’ gibi sonsuz önemli bir kavramı hayasızca zapturapt altına almasına izin verilen ‘AKM’ de o ‘beterin beterinin’ bile ‘beteri’ni oluşturur.

Dolayısıyla, ne bekleniyor, ‘yı-kıl-sın’! Taksim Meydanı’nda leşi dahi kalmasın!

Şehrimize, ülkemize ve bilhassa ‘kültür’ kelimesine láyık olacak yenisi inşa edilsin!

Ve, ben hoşlanmıyor olabilirim ama kime ne, tabii ki yine operayı da kapsasın!

Zaten o takdirde söz veriyorum, ‘prömiyer’i için daha horozlar uyanmadan gişe önünde kuyruğa gireceğim ve akşama da, smokin-papyon, ilk sırada ‘bis’ alkış tutacağım.
Yazarın Tüm Yazıları