GEÇEN hafta açıkladığım gibi, Pazar ekinin erken baskıya girmesinden dolayı ben bu yazıyı Perşembe günü yazıyorum.
Yani, Türkiye'nin Avrupalılık ütopyasından sonsuz hayati bir dönemeç oluşturacak olan AB Kopenhag Zirvesi'nden nasıl bir karar çıktığını henüz bilmiyorum.
Olsun. Karar ne doğrultuda şekillenirse şekillensin, biz Batı'ya gidişatı sürdüreceğiz.
Tıpkı, benim bundan tam otuz iki yıl önce Sirkeci İstasyonu'ndan ‘‘Simplon Ekpresi’’ne (!) binerek o taraflara ilk kez gittiğim gibi... Zaten, şimdi de bunu hikaye edeceğim.
Ve, hikayeyi bugünkü kuşakların anlaması zor, çünkü bütün sorunlarımıza rağmen aradan geçen dönem içinde Türkiye öylesine yol aldı ki, onların, benim haniyse Meriç'i aşar aşmaz yaşamaya başlamış olduğum şaşkalozluğu yaşaması maddeten mümkün değil...
Sadede geliyorum.
*
CEBİME TC Merkez Bankası'ından resmen alınmış iki yüz doları; ‘‘karaborsa’’da edinilmiş altı markı; o sıra zaten vizeden tamamen muaf öğrenci pasaportunu ve İstanbul - Londra - İstanbul 2. mevki gidiş - dönüş bileti koyup, sırtıma da içi az öte beri dolu çantamı attıktan sonra, beni uğurlamaya gelen üç arkadaşımla birlikte Galata Köprüsü'nde taam ettiğimiz ekmek içi palamut biter bitmez, 31 Temmuz 1970 akşamı, bir heyecan, bir heyecan, istasyonun sol peronunda bekleyen vagona bindim.
On dokuz yaşımın yüreği tıp tıp etmektedir ve işte artık engin ufka açılıyorum.
Sözümona adı ‘‘ekspres’’ (!) ama posta treni yanında jet kalır, katar, Sirkeci'den sınıra kadar olan toplam üç yüz kilometre yolu ancak bütün bir gecede aşabildi.
Nihayet, polis - gümrük ve tekrar polis - gümrük, gün haydi haydi ağarmışken Bulgaristan'a girdiğimizde, yeni takılan buharlı lokomotifteki kızıl yıldız arması ve trene binen kadınların bizim kompartımana oturmak korkusu dışında, fazla bir değişiklik sezinlemedim.
Başka bir deyişle, dışarıya baktığımda belki tarlaların Türkiye'ye oranla daha düzenli işlenmiş olduğunu ve Balkan dağlarının yeşilini görüyorum ama, yine de çok farklı bir şey yok...
Yasak bölgenin dışına çıkılamayan Sofya istasyon büfesinden alınan çirkin kartpostal ve tadı tuzu olmayan meşrubat, sonra yeniden trene ve yeniden düdük....
*
ZATEN Bulgaristan'dan itibaren çok daha hızlanmış olan o tren Yugoslavya'ya gün kararmışken girdi. İkinci gece de, İstanbul'dan beri beraber olduğum kompartıman arkadaşlarının yarenliğiyle geçti. Uyumak, vakit kaybetmek demek...
İlk ‘‘Avrupailiği’’ (!) Belgrad peronunda sezinledim. Beyaz önlük giymiş ve başlarına bone takmış kadınlar, hayatımda hiç raslamadığım küçük ve seyyar servis arabalarında yolculara sandviç, meşrubat, çikolata satıyorlardı. Gar büfesinde de, benim Türkiye'de yalnız iki defa şöyle bir bakabildiğim televizyon aparatından görüntüler akıyordu.
Hanidir çift ray giden şimendifer hattı ise artık tümden elektrik kablolalarıyla donandı.
Zaten, tren hızla ilerledikçe de bu değişiklik artık neredeyse ürkütmeye başladı.
Nasıl oluyor da bütün bu evler sistematik ve simetrik bir mimaride inşa edilmiş?
Neden, benim alışık olduğum gibi, damı bitmemiş ve sıvası atılmamış tuğla izbelere raslanmıyor?
Fakat, daha daha ötesi, Allah'ım bu yeşil ne tür bir yeşildir?
Kompartımanın penceresinden bir kartpostal manzarası olarak akan ormanlar nasıl böylesine bakımlı, nasıl böylesine düzenli, nasıl böylesine ehlileştirilmiş olabiliyor?
Yalova'nın yeşilini ve Abant'ın ormanını da görmüştüm ama, hiç benzemiyorlar ki...
*
YUKARIDAKİ şaşkınlık Avusturya'da tam bir şaşkalozluğa dönüştü.
Ara istasyonlarda vagona binen insanların giyiminden dışarıdaki yolların ‘‘bal dök yala’’ temizliğine, refah ve ‘‘modernlik’’ burada inanılmaz bir boyut kazandı.
Artık, ‘‘Atlas’’ sinemasında görülmüş bir ‘‘The Sound Music’’ filminin karelerinde ve Alaman lisanını anlamadan resimlerine bakılmış bir ‘‘Hoby’’ dergisinin sayfalarındayım...
Zaten, işte şimdi de o Alaman lisanının memleketine girdik. Münih'te altı saat kalıp Londra ekspresine ondan sonra bineceğiz.
Bu devasa bina gerçekten istasyon mu? Bu kadar çok tren, bu kadar fazla hat, bu kadar düzenli insan nereye gidip geliyor? Reklamlar nasıl bu denli estetik yerleştirilebilyor?
Hepimiz İstanbullu ve üniversiteli, ikisi kız dört kompartıman arkadaşı olarak vagondan çıktık ve korka korka istasyonun dışına adım atmaya başladık.
*
BEN ki işte nispeten ‘‘alafranga’’ bir familyadan geliyorum, Frenk kolejinde şu kadar sene mürekkep yalamışlığım var ve üstelik de aşağı yukarı çağdaş Almanya'dan söz eden Erich Maria Remarque'nin bütün romanlarını devirmişim, şimdi, Nişantaşı'nın ortasına bırakılmış bir Çemişgezekliden farkım yok...
Girdiğimiz birahanede hem içtiğimiz sıvının ve yediğimiz sosisin Türk parasıyla bir servet ettiğini hesaplıyoruz; hem de alık alık, daha siyah - beyazını bile görmediğimiz televizyonun renklisine bakıyoruz.
Sonra, tuvaletin temizliğine, oradaki otomatik sigara dağıtıcısına, dışarıdaki trafiğin akışına bakıyoruz...
Böyle şeyleri bizler tahayyül dahi etmemiştik ve edemezdik.
*
AKŞAM vakti tekrar Londra trenine binip Bavyera ovasında kaymaya başladığımızda, en inanılmayacak şey, o kırsal arazide dahi en minicik köylerin bile kıpır kıpır ışıldamasıydı.
İşte o an, Avrupa bende ‘‘aydınlıkla’’ özdeşleşti.
İşte, Kopenhag'tan sonra artık o ışıkla bütünleşeceğiz.
Üstelik de, şükür, benim ilk yolculuğumdan bu yana biz de mumdan ampule geçmiş olduğumuz için, Avrupa'nın halojen lambalı pırıltısı karşısında şaşkalozlamayacağız.
Fakat ışık hep orada ve bu defa gerçekten ekspres trenimiz son sürat aydınlığa akıyor!