Paylaş
At kuyruğu saçlarını kesmek ve Çin “kalem efendileri”ne özgü entariyi yırtmak!
Evet evet, komünist iktidarı kurduktan sonra “Doğu Kızıldır” marşını empoze eden ve kendisini “Batı’nın esas düşmanı” olarak sunan şu meşhur Mao Zedung’u kastediyorum.
Ne tezat değil mi? Fikirleri netleşir netleşmez daha sonraki “uzun yürüyüş”ünün ilk adımını, ait olduğu “Doğu”nun simgelerini o nefret ettiği “Batı”nınkilerle değiştirerek atıyor.
Not edelim, zira “modernleşme” hamlelerindeki “öz - biçim” ilişkisine ışık tutuyor.
* * *
ÖYLE, çünkü yukarıdaki ilişkisi diyalektik bir olgudur. Yekparedir. Ve Mao haklıdır.
Zira öz ve biçim ayrıştırıldığı takdirde ne Çin’deki, ne de Maçin’deki herhangi bir “modernleşme ? çağdaşlaşma” atılımı, dolayısıyla aslında “Batılılaşma” gerçekleşemez.
Bu açıdan da, “şeklî” addedilen bir dizi Tanzimat - Cumhuriyet reformunun kâh “sağ muhafazakâr” kesim tarafından “ruhî travma yarattı”; kâh da “sol liberal” cenah tarafından “gardırop değiştirmekle kaldı” diye eleştirilmesi hem doğru, hem yanlıştır.
Doğrudur ve inkârı ne mümkün, tabii ki travma yaratmıştır. Etkisi de hala sürmektedir.
Fakat o sancılar çekilmeden, yani Batı “zarf”ının şekline vakıf olmak için kaçınılmaz olan bocalama yaşanmadan, aynı Batı’nın “mazruf”unu okumak mümkün değildir.
Artı, eleştiri tekrar doğrudur, çünkü işin içinde fazlasıyla “gardropçuluk” da vardır.
Lâkin söz konusu gardırop yenilenmediği; yani sarık fesle ve fes şapkayla; kaftan da stambulinle ve sonra kostümle değiştirilmediği takdirde, sarığın altındaki beyin sistematiğini ve kaftanın altındaki gövde kalıbını dönüştürmek yine mümkün değildir, yahut sonsuz zordur.
* * *
YUKARIDAKİ olgu perşembe günü değindiğim “eşitsizlik ilişkisi”ne uzanıyor.
Şöyle ki, siz “öteki”nin, yani burada Batı’nın sizden önde olduğunun farkına vardınız.
Ya kurmuş olduğu aktif tahakkümden, ya da yarattığı pasif cazibeden ötürü dank etti.
Başka imkânınız yoksa, o tahakkümü kırmak ve o cazibeyi kendinize yöneltmek için söz konusu “öteki”ni taklit edeceksiniz. Yahut ona ait olmak iradeciliğine başvuracaksınız.
Dolayısıyla, meselâ Damat İbrahim Paşa gibi, “kâfirden öğren ve Devlet-i Aliyye’ye getir” talimatıyla Yirmi Sekiz Mehmet Efendi’yi Viyana’ya ilk elçi tayin edeceksiniz.
* * *
AMENNÂ da, bu ilişkide “talepkar”, yani “alt eşitsiz” olan taraf Devlet-i Aliyye’dir.
Ve, sefir-i kebirin kavuğu, cübbesi, samuru da “üst eşitsiz” tarafın alay konusudur.
Burada Saint Exupery’nin o harikulâde “Küçük Prens”teki hicvini hatırlayalım.
“B-612” meteoritini keşfeden ama sarık giydiği için Batılıların ciddiye almadığı Türk astronom Cumhuriyet ertesi şapka ve kravat taktıktan sonra keşfini söke söke onaylatır.
Başka bir deyişle, “öteki”nin güçlü olduğu konumda onun “biçim”ine bürünmek, onun “öz”üne girebilmek açısından elzem bir yöntemdir ve de üstelik daha pragmatiktir.
* * *
KALDI ki hem dincilerin, hem “ulusalcılar”ın ha bre örnek verdiği Japonya da asla onların uydurduğu gibi “benliğe sadık kalarak” (!) modernleşmemiştir. Koca bir yalandır.
Tam tersine, bırakın kılık kıyafeti, iş öbek öbek Hıristiyanlığa geçmeye ve İsevi isim almaya gitmiştir. Reformların öncüsü İmparator Meici bile “dur” demek zorunda kalmıştır.
Dolayısıyla, “öz ? biçim” yekpareliğini kavrayan “Türk modernleşmesi”; yani ister itiraf edin ister etmeyin aslında “Batılılaşması”, esas itibariyle doğru bir yöntem izlemiştir.
“Batı” olmayan fakat “Batılılaşmak” iradesi beyan eden diğer toplumların rotasıyla çakışan bir dümen tutturmuştur. Hatta zaaflarına rağmen bazen serdümenliği de üstlenmiştir.
O zaafların nedenlerini de salı günü tekrar soracağım “Batı nedir”de arayacağım.
Paylaş