İSTERDİM ki, Ertuğrul Özkök’ün dün birinci sayfada "Kapıdaki Ayakkabı" başlığıyla yer alan o çok derin ve o çok anlamlı yazısı, makalenin içinde de belirttiği gibi, "kafamı karıştıran bir fotoğraf üzerine kaotik düşünceler" şeklinde yayınlanmış olsun.
Çünkü, söz konusu "kaotik düşünceler" benim de kafamı öylesine karıştırıyor ki!
Anladınız, önceki gün "Akşam" Gazetesi’nde patlatılan ve Merkez Bankası Başkanı’nın eşi Duriye Yılmaz’ı ailenin daire girişinde görüntüleyen "scoop" fotoğrafı kastediyorum.
* * *
ASLINA bakarsanız, genel bir "toplumsal duruş" olarak "hicáp örtünmek" refleksini tekrar irdelemek zamanı çoktan geldi ama, bunu başka bir sefere bırakıyorum.
Dolayısıyla, bugün Duriye Hanım’ın "mahrem kıyafeti" hakkında yazmayacağım.
Dün Özkök’ün de işlediği gibi, kapı girişindeki ayakkabılara değineceğim.
Ancak sadede gelmeden önce Genel Yayın Yönetmeni’ni uyarayım, hazin fotoğraftaki pabuçları sayarken hataya düşmüş, aslında orada üç değil tam dört çift erkek ayakkabısı var!
* * *
AÇIKÇASI, benim evimde ayakkabı çıkartılmaz. Hiçbir zaman da çıkartılmadı.
Oysa, Müslüman aidiyetten Türklerin yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuzu gibi, pabuçla haneye girilmeyen bir familyada büyüdüm. Zaten aile bünyemde hálá da öyledir.
Fakat ne zaman ki başımı sokacak ilk odaya sahip oldum, içeri çala postal daldım.
Çünkü bir; çok istisnai iklim şartları hariç, ayakkabı çıkartmak ádetinin esas itibarıyla, göçebe çadır kültürünün bedevi kum kültürüyle harmanlaşmasından oluştuğunu biliyorum.
Üç; velev ki etrafı çamur götürsün, edepli insan botunu, makosenini, iskarpinini eve girmeden önce adamakıllı temizlemek zahmetine katlanırsa, şıpıdık terliğe ihtiyaç duymaz.
Ama tabii ki bunlar benim kendi mantık silsilemi ve kendi hayat tarzımı yansıtıyor.
Ve bu tarz belki de, Ertuğrul Özkök’ün ifadesiyle "beyaz Türk" tercihini içeriyor.
Olabilir, şikáyetçi değilim. Fakat başkalarına ne empoze, ne de tavsiye edebilirim.
Bırakın böyle bir seláhiyeti, en ufak eleştiri getirmek hakkım dahi yoktur ve olamaz.
* * *
ANCAK,amenná, eğer istiyorsa her insan evinde pabuçlarını çıkartabilir ve paşa gönlü, daha doğrusu nasırlı topukları öyle çekiyorsa, derhal de takunyalarını giyer.
Ama, o pabuçları dışarıda bırakmak söz konusu olduğunda, işte orada "D-U-R"!
Dur, zira o "dışarı"sı; hele hele dairelerin "dışarı"sı kapıdan itibaren "kamusal"dır.
Sırf mekánın ortaklığından ötürü değil, "göz terbiyesi" açısından da "kamusal"dır!
Yani illá din terminolojisini kullanacaksak, en azından "hicáp giyinmek" ölçüsünde, "iç" ve "dış" karşılıklı olarak birer "mahrem"dir. Ötekisi diğerine galebe çalamaz.
Kim, ne hakla partal lastikleri asansör aralığı paspasına atarak o "kamusal alan"daki diğer sákinlerin "apartman edebi"ne ve "estetik değerler"ine tecavüz edebilir?
Geçtim şehirli vestiyerini, kasabada bile, misafirlerinki dahil, ayağa giyilen her şey antredeki özel dolaba yerleştirilir. Hadi fakirdir, basmayla örtülü mandalina sandığı kullanılır.
Fakat çok çok daha önemlisi, fotoğrafta yere serilmiş gazetelerin gözüktüğü holde zaten belki mevcut olan o dolap bir "süs" değil, "kendisi için ihtiyaç" işlevi görür.
Buna "uygarlıklar kültürü" de diyoruz ki, malûm, basamak basamak çıkılıyor.
* * *
İMDİİ, köylü görgüsüzlüğünü "beyaz Türkler yine halkı küçümsüyor" mavalıyla yutturmaya çalışan popülizme karnım tok, kimse bana "dini" veya "laik" nutuk çekmesin.
Hem o "kaotik düşünceler"den dolayı zaten sonsuz karışmış olan kafam pek bozuk; hem de apartman dairesi dışındaki dört çift ayakkabının fecaat kokusu burun direğimi kırıyor.