Paylaş
Aslına bakarsanız soruyu böyle formüle etmek anakronik bir çağdışılık arzediyor.
Yani bugünün “ahlâkçı” kıstaslarıyla dünü yargılamak gibi bir tehlike içeriyor.
Ama madem tartışma bu eksene oturdu, o halde lâfı gevelemeden dobra yanıt verelim:
Evet, Mustafa Kemal Atatürk diktatördü!
BURADA kelimeyi evrensel siyasetbilim lügatine uygun olarak kullanıyorum.
Kararları tek başına alan ve uygulayan “muktedir kişi”ye diktatör denir. Hatta daha doğrusu, yine aynı lügate göre Mustafa Kemal’i “ışıltılı despot” olarak algılamak gerekir.
Fakat bu sıfat birinciyi de kapsadığından durum öz itibariyle değişmiyor.
Kaldı ki söz konusu olgu bizzat Atatürk tarafından da saptanmış ve ifade edilmişti.
Nitekim Gazi, Temmuz 1930 Yalova temasından sonra Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurduracağı Fethi Okyar’a sözcüğün Fransızca aslını kullanarak şöyle konuşmamış mıydı?
“Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir ‘dictature’ manzarasıdır. Vakıa bir meclis vardır ama dahilde ve hariçte bize ‘dictature’ nazarıyla bakıyorlar”.
İMDİİ, zaten kendisi de söylemişti diye onun devasa kişiliğini tû kaka mı edeceğiz?
Veya aksine, “âla, bize yine ‘Ulu Önder’ (!) gibi bir diktatör lâzım” köhneciliğiyle “Kemalizm” ve “Atatürkçülük” adına üretilmiş bir dokunulmazlıktan mı medet umacağız?
Asla ve hâşâ!
Zira her iki tutum da başta değindiğim o anakronik çağdışılığa tekabül eder ve ediyor.
Çünkü el insaf, çoğulcu rejimlerin yitip gittiği ve totalitarizm ve otoritarizmlerin zirveye tırmandığı 1920’li ve 30’lu yıllar dünyasında; üstelik de çok milletli bir imparatorluğu ulus-devlete dönüştürmek sancısında Gazi “diktatör” (!) olmayacaktı da ne olacaktı?
Churchill’in bile faşist İtalya’ya övgü yağdırdığı bir dönemde 1923 Cumhuriyeti’nin Türkiye’si beş asırlık bir İsviçre demokrasisi gibi gündelik referandumlarla mı yönetilecekti?
Hayalciliğin alemi yok ve yatıp kalkıp Atatürk’ün ideoloji üretmeyecek kadar pragmatik; “despotluğunun” ise karartılı değil ışıltılı olmasına binbir dua edelim!
İKİNCİ olarak, paradigma tarafından “kültür” olarak dayatıldığı için yukarıdakinden çok daha vahim boyut arzeden ve ona zıt teşkil eden eksen tabii ki esas yarayı oluşturuyor.
Bununla nesnel bir siyasetbilim tanımı olarak dahi diktatör sıfatını kabul etmeyen; etse bile 1920’li ve 30’lu yılların pratiğini hâlâ uygulayabilmek için gerçekte mevcut olmamış bir “Kemalizm” ve “Atatürkçülük” ideolojisini üreten kesimin “dini” (!) tavrını kastediyorum.
Epeydir “ulusalcılık” etiketi altında birleşen bu cenah kendini dokunulmazlıkla teçhiz edebilmek ve ayrıcalığını korumak için Gazi’yi ilâhi biçimde ikonalaştırmayı sürdürüyor.
Hatta öyle ki işi artık 10 Kasım’da “yas orucu” (!) tutmak gibi bir cinnete vardırıyor!
FAKAT kabul, hemen bütün ulus-devletler oturaklaşma döneminde kurucu efsanelere ve pathos kahramanlara ihtiyaç duyarlar. Ancak her ikisinin de bir ölçüsü ve bir süresi vardır.
Hiçbir ülke ve hiçbir millet ilânihaye aynı tabularla yaşayamaz. Buna zorlanamaz.
Efsanelerin dünyevileşmesi ve kahramanların insanileşmesi ebediyen önlenemez.
Zorlandığı ve önlendiği takdirde ise bunun tepkiselliği inkârcılığa götüren yolu açar.
Büyük, çok büyük Mustafa Kemal Atatürk’ü “küçülten” zihin şemalarını körükler.
Oysa, diktatörmüş veya değilmiş, meleklerin cinsiyetinden değil modern tarihte yeni bir ulusun doğuşundan söz ediyoruz, o Mustafa Kemal asla “Kemalistler”in ve o Atatürk de asla “Atatürkçüler”in tekeline bırakılmayacak kadar değerlidir ve mutlaka b-i-z-i-m-d-i-r!
Paylaş