İKİ pazardır anlattığım gibi, refakatçim ve onun ‘Etyen Dayı’ dediği aristokrat ev sahibi beni yalnız bırakıp kahve pişirmek için mutfağa gittiler ki, bu kış gününün serin ve hüzünlü odasına biraz daha can alıcı gözle bakabilmek imkánım doğdu.
İlkin, sandığımın aksine, duvarlardaki litografyaların orijinal olmadığını fark ettim.
Ayrıca da, istisnasız hepsinin İngiliz desinatörlerin fırçasından çıktığını saptadım.
Zaten, yine antredekiler gibi káh süvarili, káh süvarisiz av sahneleri tasvir eden ve şahsiyetlerin kılık kıyafet tarzından 19. yüzyıl sonuna, hadi bilemediniz 20. yüzyıl başına uzandıkları anlaşılan resimler, o belli belirsiz ‘British koku’yu taşıyorlardı.
Belli belirsiz dedim, çünkü ‘Majesteleri teba’sına ilişkin şeyler her zaman açık ve seçik değildir ama yine de onları deneye dayanan bir sezinlemeyle çıkartmak mümkündür.
Ve, övünmek gibi olmasın, benim burnum da mecazi anlamdaki o kokuyu hemen alır.
*
SONRA, zahir alıştığımdan olacak, bu defa gerçek anlamdaki kokusunu artık hissetmediğim ve demin mutfağa gitmeyerek benimle kalmış olan topal köpeğin yaslandığı sehpanın altında, gelişigüzel katlanmış ve çok muhafazakár bir günlük gazete gördüm.
Ardından, yine aynı yerde, bayi tezgáhlarında hiç rastlanmayan ve büyük ihtimalle, arsa fiyatlarını, ev rayiçlerini, kira skalalarını, vergi oranlarını öğrensinler diye sadece mal mülk sahiplerine abonmanla gönderilen bir dergi gözüme ilişti.
Daha önce sırf adını işitmiş olduğum için, gayet ciddi bir merakla, kapağına ‘insafsız devlet emlák sahiplerini yolunmuş tavuğa çeviriyor’ manşetini atmış derginin içini açtım.
Konut istatistikleri, yasa tasarıları, metrekare hesapları, inşaat grafikleri dışında her sayfası ‘Kelepir fiyata satılık meskûn malikane. Damı on sene önce aktarıldı’; yahut, ‘Güney İspanya’da, Endülüs mimarili leb-i derya villa. Havaalanına atmış kilometre mesafede’ gibisinden ilánlarla dolup taşıyordu.
Bir de, ‘Neo-rönesans parklarda uzmanlaşmış tecrübeli bahçıvan. Ülke sathında seyyar çalışır’ veya, ‘Akademi mezunu usta yönetiminde, gotikten jugenstile her türlü dekorasyon ve aksesuvarları aynen onaran dülger atölyesi’ türü reklamlar gözüme ilişti.
Anlaşıldı, ev sahibi, anneannemin, İttihatçı Enver döneminde ‘vagon ticareti’nden (!) voliyi vurmuş paşa torunu komşuları kastederek ‘Evládım, bu zamanda kolay mı? Onlar konağın pekmez küpünü emlák-ı mestûreden dolduruyorlar’ dediği kategoriden bir şahıstır ki, eh bunda da şaşılacak bir taraf yok!
*
YOK, çünkü Batı ‘aristokrasi’si zaten ilk andan itibaren toprak mülkiyeti üzerine kurulmuş olduğundan, zahir buranın ‘Etyen Dayı’ da aynı ‘emlák-ı mestûre’ geleneğini hálá sürdürmektedir.
Veya, bana kalırsa, sırf zevahiri kurtarabilmek için zar zor sürdürmeye çalışmaktadır.
Zira en önce, mekánın şu pejmürde ve metrûk haline bakıldığı takdirde, mazideki derebeyi debdebesinden eser kalmamış olduğu göz çıkartıyor.
Sonra da, doğrusu, insanın derin bir acıma duygusuyla elini cebine atıp, ‘Aman mirim, gözünü seveyim, şuraya sizin eski köy serflerinden bir gündelikçi kadın çağırıver de ortalığı biraz temizlesin. Kocası da badanacılıktan anlıyorsa bari şöyle yalancıktan bir boya sürsün, yoksa o kalkmış duvar kağıtlarının altına tahtakurusu yuva yapar. Ama sakın ha, aklına sadaka madaka gibi bir şey gelmesin, sırf eski eserlerin korunmasına duyduğum meraktan dolayı’ diye ‘Etyen Dayı’nın eline üç beş kuruş sıkıştırmak geliyor.
*
NEYSE, işte zaten láfın gelişi söyledim.
Yoksa öyle asillere sebil niyetine para dağıtmak kim, ebedi ve ezeli züğürt ben kim?
Kaldı ki, vallahi olsa dahi zırnık koklatmam. Kapik verirsem namerdim. Devenin nalı.
Madem mal-mülk sahipleri dergisine abonedir, hiç olmazsa bir karış tarla falan satsın da şu sobanın içini adam gibi kömürle doldursun. Misafiri oda ortasında dımdızlag titremez. Bu arada, topal köpeğin başını hafifçe okşayıp küçük kütüphaneye doğru yürüdüm.
Raflarda, ya sülünden yaban domuzuna bilûmum orman hayvanlarını anlatan; ya çitlembik ve mantarla pişirilen av yemeklerinin reçetesini veren ya da çeşitli kalibrelerden tüfek mermisi doldurma pratiğini öğreten, taş çatlasa on-on beş resimli kitap vardı.
Belli belli, ‘Etyen Dayı’ bir de pek entelektüel ki, alleme-i cihan mübarek!
*
SONRA, yine raflarda sıralı duran ve çoğunluğu çocuk-torun cinsi aile sahnelerinden oluşan fotoğraflar içinde, siyah-beyaz iki tanesi dikkatimi çekti.
Muhtemelen transatlantik güvertesinde çekilmiş bir enstantanede çok güzel bir kadın ve genç bir ‘Etyen Dayı’ şezlonga uzanmışlar, kamarotun yanlarında duran kovadan servisini yaptığı şampanyayı kadehlerine dolduruyorlar.
Yine anneannem olsaydı, ‘Düşmez kalkmaz bir Allah’ derdi.
Transatlantikte şampanyalı kamarot nerede, gündelikçi yokluğundan, af buyurun, etrafı bok götüren bu ev nerede?
Diğer siyah-beyaz fotoğrafta ise, yine çok hoş bir ‘Studebaker’ marka otomobilin kaportasına koca boynuzlu bir geyik uzanmıştı ve tekrar genç ‘Etyen Dayı’ dahil, ellerinde tüfengler, avcılar keyifle poz veriyordu.
Litografyada av, kütüphanede av, fotoğrafta av, artık içimi tam hafakanlar basıyor ki, refakatçime dahi eyvallah demeden şimdi çat kapı dışarı çıkacağım ve arabamın gazına yüklendiğim gibi, şu kuş uçmaz kervan geçmez köy yerinden şehre döneceğim.
Allah bilir, bu defa da daha ana yola çıkmadan ya bir yabani tavşan ezerim ya da ormanın arasından sıyrılan bir karaca yavrusunu...
*
O sırada refakatçim ve ‘Etyen Dayı’ nihayet odadan içeri girdiler ki, devamını gelecek pazara bırakıyorum.